Temmuz 04, 2021

Hep mi Muhalifler Suçlu?

 Medya siyasal iletişimin ve zamanımızın siyasal sistemimizin vazgeçilmez araçlarından biri. Medyanın tanımlarından biri de hepimizin sık sık duyduğu “4. Güç” tanımlaması. Halk adına, halkın menfaatine iktidarları, siyasileri denetler, halkın menfaati gereği gündemler oluşturarak yapılacak yanlışlara engel olur, iyi işlere yol gösterir. Tanımlar da hep “halkın menfaati”nden bahsedilir. Olması gereken de budur. 

Gerçekten böyle mi olmuştur, yoksa medya güçlü olanın yanında belli odakların menfaati ve çıkarı için mi çalışmıştır, bunun sayısız örneklerini yaşayarak şahit olduk, oluyoruz. Medya ulaştığı kitle açısından gündemi değiştirme gücü her güç sahibinin farkında olduğu bir güçtür. Bir günde milyonlarca haber içerisinden seçtiği ve yayımladığı olaylarla, haberlerle milletleri istediği şekilde yönlendirebilir, hedef saptırarak toplumun dikkatini esas meseleden çok başka mecralara çekebilir, hiç gündeme gelmemesi gereken konuları manşetlerine çekerek tartışılabilir hale getirebilir, milletler için dert edilmeyecek meseleleri dert edilir hale getirebilir ya da en hayati meseleleri gözden kaçırabilir. Sözün gücünü kullanan medya geçmiş dönemlerde sözü kullananların elde ettiği gücü kazanabilir.

Hepimizin hemen hemen hatırladığı ülkemizin ilk yerli ve milli arabası Devrim arabalarının başına gelenin Devrim’e benzin koyulmasının unutulmasından öte bunu manşete taşıyan medya olmuştur. Oysa aynı gün dönemin cumhurbaşkanı diğer Devrim arabasıyla Ankara’yı gezmişti. O zaman atılan o manşet üretilen dört arabadan birinin ezilmesine sebep olduğu gibi yerli ve milli sanayimizin önünün tıkanmasına sebep olmuştu. 

Günümüz Türkiye’sinde medya durumu hepimizce malum. 2002’den sonra değişen hem siyasi hem ekonomik sistem sebebiyle medya neredeyse büyük tekellerin oluştuğu bir sektör haline geldi. Kanallar sözde çeşitlenip çoğalırken aynı manşetlerle, aynı konularla halkın karşısına çıkan iktidarın sözcüsü bir medya ortaya çıktı. Geçen hafta devlet/ kamu bankalarının verdiği reklam tablosu dediğimiz bu gerçeği teyit eder durumda. İktidar yanlısı yayın yapanlar reklamlara boğulurken muhalif diye adlandırılan medyaya tek reklam verilmemiş. Ekonomik darboğazdan en çok etkilenen medya sektörü alabildiği reklam ve takipçilerin destekleriyle ayakta kalmaya çalışıyor. Kısa özetiyle ülkedeki medya sektörünün durumu bu.

Bu kadar sözü neden ettik? Özellikle Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu fırsat bulup televizyonların programların konuk olabildiği zamanlar gazetecilerin üstüne basarak sorduğu bir soru var: “Ülke bu kadar sıkıntı varken, insanlar iktidar partisi ve destekçisi partiden şikayet ederken muhalefet partileri neden oylarına arttıramıyor?” İstinasız her defasında bu soru ile muhatap oluyor. Böylece soru sorabildiklerini ispat etmeye çalışır gibiler.

Fakat bu muhaliflerin oylarını arttıramadığını söyleyen gazeteciler gayet net bilirler ki, ülkemizin insanı televizyonların ana haberlerinde, gazetelerin manşetlerinde yapılan haberlerde on haber yapılıyorsa yapılan haberlerin yedi ise (bu haberlere cumhurbaşkanının, bakanların, milletvekillerinin ve iktidar partisinin teşkilatlarının yaptığı her şey) üç haber muhalefete ayrılmakta; muhalefet ayrılan haberlerde de muhaliflerin iktidarı eleştirdikleri yerler haberleştirilmektedir. Muhaliflerin kasıtlı olarak kötü olaylarla manşetlere taşınmasını da ayrı bir yere koyuyoruz. 

Medyanın büyük çoğunluğunu elinde tutanların milletin gündemini bir anda değiştirerek dikkatleri başka yerlere çektiğini, milletin algılarına yönelik konuları pompaladıkları da diğer bir gerçek olarak önümüzde durmakta. Önceki zamanlarda akredite edilen medya mensupları ve edilmeyen medya mensupları diye ikiye ayrılırken şimdilerde uçaklarda yer alan, otellerde kalanlar, güç sahibi olanlarla sıkı ilişkileri olan, iktidarın haber taşıyıcılığını yapan  medya mensupları da eklendi. Bir kısmı gerçekten haber peşinde koşarken birileri de ilişkileri üzerinden medya sektöründe yerini aldı.

Bu ilişkiler ağı içerisinde muhaliflere ayıp olmasın babından yer açan ya da muhalif partilerin içerisindeki çatışmaları manşete çeken gazetecilerin “Niçin oy oranınız artmıyor?” diye sorması garip oluyor.

Milletimize ne kadar bağımsız ve tarafsız bir şekilde haberleri ulaştırdığınız ki,  bu soruyu sorabiliyorsunuz? Milletin hangi derdini taraflara bakmadan vatanın ve milletin çıkarı için önceleyerek kaç tane tartışma programı yapıp tarafları aynı programlara davet edip konuşturdunuz ki, milletimiz sanki herkesi aynı oranda ve aynı ölçüde haberdar olduğunu kabul edip “Millet işte size oy vermiyor.” demeye getiriyorlar. Muhalefet partilerin liderlerini, temsilcilerini konuk ettiğiniz programlarda ülkenin hangi ana gündemlerini soruyorsunuz, milletin hangi dertlerini dile getiriyorsunuz ki, muhalefet partilerin çözüm üretemediği için milletimizin muhalefet partilerine rağbet etmediği imasında bulunuyorsunuz? 

Milletimiz hem ekonomik, hem sosyal, hem siyasal hem inanç değerleri konusunda kuşatma altında iken bunları dert edinmeyip, olmadık konuları manşete çeken, vatandaşı zoraki kutuplaşmaya iten, en çok “vatan/bayrak/ezan” diyerek bir de medya tarafından kuşatılması bu topraklarda bin yıldır beraber yaşamış milletimize haksızlık değil mi? Şehirlerin çarşılarını, pazarlarını, sanayisini kavuran ekonomik sıkıntıyı manşetlerine çekmeyenler, açlıktan intihar eden aileleri bir günlük haber akışına sıkıştıranlar, çalışıp kazandığının emeğini alamayanları gündemden düşürenlerin muhalifleri ve muhalefet partilerini suçlaması garip değil mi? Ülkenin sıkıntıları ile ilgili dert edinen iktidarını, muhalifini aynı oranda ekranında, gazetesinde yer vermeyen medyanın muhalif partilerin oylarına arttıramamasında etkisi yok mu? 

Devrim arabasının benzinsiz bırakılıp hareketinin engellemesi fakat diğer Devrim arabasının gün boyu kullanılmasına rağmen manşete "Devrim 100 metre gitti ve durdu" diye manşet atanların sebep olduğu zararları hala atlatamadık. Düşünenler için örnekler ortada!


1 Temmuz/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/7359551/elif-ors/hep-mi-muhalifler-suclu

Kimyana Geri Dön!

 Erbakan Hocamızın siyasete ilk girdiği zaman yapmış olduğu konuşmalar dahil daha sonraki yıllarda yapmış olduğu konuşmaların videolarını seyrettiğimiz zaman şahit olduğumuz durum ülkede o zamandan bu zamana değişen bir şeyin olmaması. O konuşmaları yapıldığı ve yayımlandığı seneleri gözardı ederek dinlediğimizde hiçbir şeyin değişmediğine görüyoruz. Erbakan Hocamızın bahsettiği meseleler hale ülkenin en büyük meseleleri, o zaman muhataplarına söylediği sözler de hala geçerli. Noktasına, virgülüne değişmeden…

Peki neden bu kadar her konu aynı. Çünkü ülkemizde Erbakan’ın ve Milli Görüş’ün hedeflediği zihniyet değişimi gerçekleşmedi. Erbakan ülkede zihniyet değişimi olsun için gayret eden sayılı kişilerdendi. Erbakan Almanya dönüşü ülkemizde Gümüş Motor’u kurarken de, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ne genel başkan olmak için Anadolu’yu karış karış en uç noktasına kadar gezerken de, üniversite kürsüsünde öğrenci yetiştirirken de, siyaset alanına da girerken amacı ülkede zihniyet dönüşümünü sağlamaktı. 

Ülkenin en temel sorununun köklerinden kopartılarak son üç yüz yıldır başka duraklarda (batılılaşma) zorla bekletildiğinin farkında olarak Erbakan, ülkenin kalkınmasının ve hak ettiği değerinin sadece ve sadece kendi inanç kodlarından neşet edeceğini biliyor ve buna inanıyordu. Bu sebeple ilk sözleri “zihniyetin/ paradigmanın” değişmesi üzerine oldu. Ülke yönetiminde yıllardır batı taklitçiliğinin ülkeyi getirdiği çıkmazdan ancak milletin kendi inancına sahip çıkacak Milli Görüş zihniyetine mensup kadrolar sayesinde mümkün olacağını anlattı. Milli Görüş zihniyetine dayanmayan her işin ise fesada sebep olacağını da.

Son aylarda iyice su yüzüne çıkan, her akşam haberlerin baş gündemi olan ülkede yaşanan yozlaşmanın, çürümenin, kötülüklerin, hak yemelerin, işi ehline vermemiş olmanın, yolsuzlukların, arsızlıkların temelinde ülkedeki hakim zihniyet yatıyor. Toplumun en küçük birimi aileden en büyük kurumumuzda mevcut olan bozulmanın başka açıklaması olamaz. Zira ortaya çıkan eylemlerin faillerinin zihniyeti doğru olsaydı ortaya çıkan ürünler/ işler de sağlam, doğru, güzel, iyi, faydalı ve adaletli olurdu. Tanzimat Fermanı’yla başlayıp AKP’nin iktidara taşınmasıyla yeni bir forma dönüşen batılılaşma/ batı taklitçiliği ülkeyi yaşadığımız hale getirdi. Hayatın her alanında ortaya çıkan çürümüşlüğün temeli budur.

Yaşadığımız bu kadar kötü halden dolayı umutsuzluğa düşecek değiliz. Çünkü elimizde son çağda müslümanlar ve insanlar için kurtuluş reçetesi olan Milli Görüş’ün ilkeleri mevcut. Erbakan Hocamızın siyasi alanda 1969’dan beri anlattığı Milli Görüş’ün kimyasının formülü yerli yerinde duruyor. Milli Görüş’ün kimyasını sık sık hatırlamakta ve hatırlatmada fayda var. Erbakan Hocamızın anlatımıyla Milli Görüş’ün kimyası üçtür. Birincisi; kaba kuvveti değil, hakkı üstün tutmak. (Haketmediği halde devlet ve belediye gibi kurumlarda haketmediği ücretleri alarak o makamları işgal edenlerin bu hareketinin temel sebebi budur. Nasıl ki, 2003’te Amerika Irak’ı işgal ettiyse. Kaba kuvveti üstün tutmak.) İkincisi; materyalist değil, maneviyatçı olmak. (Maneviyatçı olmak ahiret merkezli, ahirette hesap verme merkezli bir hayatı yaşamayı gerektirir. Son dönem ortaya çıkan yolsuzlukların, hırsızlıkların, gaspların sebebi de materyalist bakış açısını önceleyen kadrolarla karşı karşı olduğumuzu ortaya koyuyor.) Üçüncüsü ise nefse esir olmayı değil, nefis terbiyesini esas almak. (Bu madde kaba kuvveti üstün tutmayı da, materyalist olmayı da besleyen maddedir. İnsanın nefsi kötülüğü yaptırmakta ısrarcıdır. Doğru olanı, adil olanı, faydalı olanı, iyi olanı, güzel olanı yapmak nefse ağır gelir. Çünkü bunları yapmak emek gerektirir, ter dökmeyi gerektirir. Oysa nefse uymak çok konforludur. Nefse uymanın dünyalık karşılığını görmek te anidir, hızlıdır. Kaba kuvveti kullanarak, ahirette hesabını gözardı ederek nefsin istediği sonuca ulaşmak kolaydır.)

Milli Görüşçüler ve bu işin ehli olanlar bilirler ki, bu toprakları bizlere vatan yapan bu ilkelere bin yıldır bu milletin sahip çıkmasıdır. Bu zihniyet zamanında batıda yaşayanlara “Başımızda kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi yeğleriz” cümlelerini kurdurtmuştur. Bütün insanlığın muhtaç olduğu kurtuluş bu reçetedir. Bu topraklarda bin yıldır cari olan şu an her ne kadar inkıtaya da uğramış olsa da bu kimya bizi tekrardan dünyada “Adil Temellere dayalı Yeni Bir Dünya”yı kurmaya götürecektir.

Erbakan Hoca’nın kemiklerinden önce dert edinilmesi gereken meselenin Erbakan’ın zihniyetini kavramak olduğu bilinmelidir.

 24 Mayıs 2021/ Milli Gazete  

https://www.milligazete.com.tr/makale/7332221/elif-ors/kimyana-geri-don


Batıya Yüzyıllık Ayar; D-8 (Yeni Bir Dünya)

 Bizim çocukluk zamanlarımızda okullar tatile girince diğer bir heyecan, yaz Kur’an kurslarına gitme heyecanı başlardı. Her ne kadar din gibi tüm hayatımızı kapsayan bir konuyu sadece tatillere sıkıştırıyor olmamız, %99 müslüman bir ülkede mantıklı bir davranış olmasa da çocuklar olarak en azından bu kısa sürede temel kitabımızla muhatap oluyorduk. Elif-ba cüzünden başlayan kurslarımızda o kısa tatil sürecinde en azından namaz kılabileceğimiz kadar duaları, sureleri ezberlerdik. Yaptığımız ezberlerden biri de “ef’al-i mükellefin (mükelleflerin fiilleri)” idi. Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okumanın yanında içindeki hükümleri de öğrenmeye yol açan bir dersimizdi. Hayatını helal-haram arasında farkı bilmeden yaşayan insan nasıl müslüman olsun? Helal-haram kavramı olmayan insan dünyaya nasıl müslümanca baksın? Ef’al-i mükellefin’i bilmeyen fert dostunu, düşmanını nasıl tanısın?

Fakat bu güzelliklerin yanında yaz Kuran kurslarında şu ders te işlenmeli, tüm müslüman çocuklara belletilmeliydi kanımca: İslam’ın korunmasını emrettiği beş temel esas; nefsin (canın), aklın, dinin, neslin ve malın korumasıdır. Bu beş temel esas İslam’ın beş şartı gibi gelecekte İslam medeniyetini kurucak olan çocuklarımıza öğretilmeliydi/öğretilmelidir. Bu ilkeler, İslam kelime kökünde olduğu gibi gibi barışı dünyada hakim kılmak için ortaya koyduğu değişmez ilkelerdir. İslam’ın bu beş şeyi korumayı emrettiğini bilmeyen gençlerimiz şimdi batıdan ithal edilen sığ olan “insan hakları” kavramına bir kurtuluş reçetesi gibi yapışıyor. Varılması gereken nokta batının tanımladığı insan hakları kavramı olduğunu sanıyor. Sadece gençlerimiz mi? Hayır, akademisyenlerimiz, toplum önderlerimiz hata ve hatta din alanında uzmanlık çalışmış insanlarımız bile. Yaz Kuran kurslarında öğretilmediği gibi bu hakikat imam hatiplerde de öğretilmedi. Ne babamın döneminde ne de benim dönemindeki imam hatiplerde.

Ülkemizde İslam’ın beş temel şeyi korumayı emrettiğini millet olarak yine Erbakan ve Milli Görüş sayesinde öğrendik. Çağımızda bir müslümanın nasıl yaşaması gerektiğini ve neleri öğrenmesi gerektiğini de öğretti. Bir yandan şefkatli bir hoca olarak bu dersleri öğretirken diğer yandan da inandığı ilkeleri, İslam’ın güzelliklerinin yaşanır kılmak için plan, program ve nihayetinde de faaliyetler yaptı. İnancı çerçevesinde Erbakan Hocamızın ömrünü adadığı şu beş madde ile özetleyebileceğimiz “İslam Birliği”nin temeli olan hedeflerimizi bir daha hatırlayalım: 1- İslam Ülkeleri Birleşmiş Milletler Teşkilatı 2- İslam Ülkeleri Askeri İşbirliği (NATO) 3- İslam Ortak Pazarı 4- İslam Ortak Para Birimi 5- İslam Ülkeleri Eğitim ve Kültürel İşbirliği. 

Ömrünü bu hedefleri tüm ümmetin hedefi haline getirmek için harcadı. İktidar ortağı olduğu on bir aylık hükümet ortaklığında da D-8’leri kurarak hayallerin gerçekleşebileceğini dosta düşmana ilan etti. Zira dost, düşman bir çok kişi bu yolda ilerlerken Erbakan’ı hayalci olmakla suçlamıştı. Fakat Erbakan ve Milli Görüş küresel bir güç olabilecek bu oluşumu inanılmayacak şekilde kısa bir zamanda kurdu ve harekete geçirdi. D-8, son yüzyılda bir avuç ırkçı emperyaliste köle edilen tüm insanlığın umudu olmuştur. Ezilen, ülkelerinden haksız şekilde çıkarılan, çalıştığının hakkını alamayan, inandığı gibi inandığı şekilde yaşayamayan insanlar için bir hediye olmuştur. D-8’lerin kurucusu olarak Erbakan Hocamız; “20. asrın tecrübelerine dayanılarak 21. asra girerken bütün insanlığa huzur, barış ve saadet getirecek, “Yeni Bir Dünya”nın kurulması ve 5 milyar kalkınmakta olan ülkeler insanlarının ve 820 milyonluk kurucu üye ülkenin bütün insanlarına barış, huzur ve saadet getirmek için D-8’ler üye ülkelerinin özverili çalışmalarıyla kurulmuştur.”*

D-8’lerin ne olduğunu özetlersek günümüzdeki gazeteci ve köşe yazarlarının kullandığı jargonla “Batıya ayar” verilmiştir. Öyle de sadece sözle ve sözde değil; planlaması, programlanması ve hedef tarihleri bile ortaya konularak. Gelin görün ki; 24 yıldır küresel tüm dengeleri değiştirecek bu oluşum yarı yolda bırakılmıştır. Özellikle son 19 senede Avrupa Birliği’ne verilen emeğin binde biri bile D-8’lere verilmemiştir. Bizi kabul etmeyeceğini alenen söyleyen hristiyan birliğine girebilmek için abdestli kadrolar “Avrupa Birliği Bakanlığı” kurmuş fakat İslam Birliği’nin çekirdeği olan D-8’i işlevsizleştirmiştir. “Erbakan’ın hayalini gerçekleştiriyoruz” diyerek kendilerine meşruiyet alanı açamaya çalışan, “kuşun canlısı”nı değil de kuşun maketini yapan iktidar kadrosu Erbakan nihai hayali olan İslam Birliği’ini kurmak için kılını kıpırdatmamıştır. 

D-8’lerin işlevsizleştirilmesi başta 2003’teki Amerikan’ın işgali olmak üzere tüm İslam ve müslüman coğrafyasında zulümlerin katbekat artmasına, tüm insanlığın yaşam alanlarının kısıtlanmasına, ailenin ve neslin zarar görmesine sebep olacak kanunların çıkarılmasına, ailenin temelinin dinamitlenmesine, faizli/kapitalist ekonomik düzenin dünyanın her noktasında mukimleşmesine, müslümanların inancını ifade edilmesinin engellemesine, ülkemizde bile Allah’ın lanetlediği cürümlerin kanunlaşmasına, insanı diğer yaratılmışlardan ayıran ve şerefli kılan akıl melekesinin medya ve eğitim yoluyla işgal edilmesine yol açmıştır. Yukarıda saydıklarım başlıca sonuçlarıdır. Yirmi dört senedir işlevinden uzaklaştırılmış D-8’lerin ümmete ve insanlığa zararları için doktora düzeyinde çalışmalar yapılmalıdır. Ekonomik açıdan, sosyal açıdan, eğitim açısından, askeri açıdan müslümanlar neler kaybetti, ne kadar zarara uğratıldı bir bir ortaya dökülmelidir. 

D-8’leri anmadan yapılan her batıya ayar verme hareketi sadece ve sadece hamasettir. Müslümanların ve insanlığın hamasete ihtiyacı yoktur. Tüm insanlığın yaşamını koruma, inancını koruma, neslini koruma, aklını koruma ve malını korumaya ihtiyacı vardır. Küresel güçlere yem olmaktan kurtarılmayı bekleyen sekiz milyar insanlık alemi İslam Briliği’nin kurulmasını beklemektedir. Bu görev sanıldığı gibi sadece Saadet Partisi/ Milli Görüş’ün sorumluluğunda değildir. “İnandım” diyen her müslüman bu görevi yerine getirmekle bizzat sorumludur. Saadet Partisi 19 yıldır tüm engellemelere rağmen D-8’lerin harekete geçirilmesi için çalışmaktadır. Bu çalışmaya destek vermek hem insani hem de müslüman olarak görevimizdir. 

D-8’leri kurarak hayallerin gerçekleşeceğini bize gösteren Erbakan Hocamız başta olmak üzere bu davada canla, başla, samimiyetle, ihlasla çalışan her kişiden Rabbimiz razı olsun. 


17 Haziran 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/7303904/elif-ors/batiya-yuzyillik-ayar-d-8-yeni-bir-dunya 

Erbakan’ı Dinlememek Ülkeyi Buraya Getirdi

 Son günlerde ülke pazar sabahları ülke bir organize suç örgütü liderinin çektiği videolara kitleniyor. Yayımlandığı andan bir saat geçmeden neredeyse milyonlar seyrediyor. Uzun süredir ülkecek hiç bir konuda bu kadar aynı eylemi ortaya koyduğumuz görülmedi. Milli maçlarda bile. Peki bu videolarda ne var? Bu videolarda organize suç örgütü liderinin de içinde bulunduğu iktidar yetkilileri, medya mensuplarının yapmış olduğunu iddia ettiği bir takım hukuksuzluklar, haksızlıklar var. Çoğu ehlince bilinen, zaman zaman muhalefet partilerinin dile getirdiği usulsüzlükler. Olmuş, bitmiş, üstü örtülmüş meseleler. Videolar yayımlandıktan sonra ortaya atılan iddialar, deliller, taraflar sosyal medya en çok konuşulan konu oluyor, televizyonların ana haberlerinden tartışma programlarına kadar taşınıyor. Bu iddialar önemlidir ve hukuk devleti gereği yapılması gerekenleri de millet olarak ayrıca beklemekteyiz.

Fakat olup biten her şeyden sonra şu soruyu millet olarak kendimize sormalıyız. Biz ne yaptık ya da yapmamız gerekirken ne yapmadık ki bu videoları izlemeye mecbur kaldık. Ülke olarak bu tür kötülüklerle, adaletsizliklerle, haksızlıklarla muhatap oluyoruz? Ve her şey olup bittikten sonra haberdar olmak millet olarak bizi rahatlatıyor. -yani olayı çözmek, derde deva olmak değil; olan olaylardan haberdar olmak- 

Biraz geçmişe gidip neler oldu ülkemizde hatırlamakta fayda var. Merhum Necmettin Erbakan gerek siyasette olduğu gerekse siyasi yasaklı olduğu dönemlerde çeşitli konferanslarla ülkenin durumunu anlatırdı. Ülkenini ekonomik açıdan iç işleri açısından, dış işleri açısından ve sosyal açıdan hangi durumda olduğunu, ülkenin hastalıklarını bir doktor hassasiyetiyle teşhis eder, tedavi metodlarını ortaya koyar, ülkenin tedavi olmasında engel olan güçleri, oluşumları, hangi araçların nasıl kullanıldığını, fikri akımlarını da anlatırdı. Yeri geldiğinde iyi bir tarihçi gibi ülkenin yakın siyasi tarihinde hangi güçlerin hangi olaylara sebep olduklarını tek tek anlatmıştır. Anlatmanın ötesinde örneğin; 1980 öncesi ülkenin gençleri arasında var olan sağ-sol çatışmalarında Milli Görüş gençliğini bu çatışmalardan uzak tutabilmiştir. 

Erbakan Hocamız her şeyden önce Akılbir işin sonunu düşünmektir!” diyerek bir işe başlanıldığında belli bir plan ve program dahilinde hedefe varmanın yollarını en ince ayrıntısına kadar detaylandırmıştır. Resmi olarak siyasete atıldığı 1969’dan önce hem üniversite kürsülerinde, hem de Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar giderek içinde bulunduğumuz sistemi, yaşadıklarımıza tercüman olarak hedef kitlesinde ayrıma gitmeksizin a’dan z’ye herkese anlatmıştır. Yeri gelmiş meydanları dolduran kalabalıklara anlatmıştır yeri gelmiştir bir kahve köşesinde kimsenin onu tınlamadığı yerlerde anlatmıştır. Erbakan milletin ufkunu açan, ülke içinde belirli güçlerle oluşturulmuş kampları kabul etmeden, yani; sağ-sol çatışmasının/ DP-CHP ayrımının sunni ayrımlar olduğunu, bunların arkasında aynı güçler olduğunu, iki taraf olarak gösterilen akımların aslında bir madalyonun farklı yüzleri olduğunu, İslam’ın şekli olarak değil; şuura müteallik bir nizam olduğunu, kurtuluşun batıdan gelen düzenlemeler, kanunlarla değil bu memleket evladının kendi yapacağı işlerle, kendi ait olduğu dünya görüşü ile çözeceğini ömür boyu anlattı.

Bu faaliyetlerini şu anda mevcut olan iktidar zamanında da devam ettirdi. Hatta daha fazla bir şekilde mevcut iktidarın hangi güç odakları tarafından kurdurulduğunu, bu oluşumun nasıl kurdurulduğunu, hangi iç ve dış güçler tarafından desteklendiğini durmadan anlattı. Erbakan bir mühendis, bir ilim ve bilim adamı, bir akademisyen olarak eski başbakan ve başbakan yardımcısı olarak durmadan meseleleri anlattı. Neredeyse her aklı selim insanın soracağı sorulara sorulmadan önce cevaplarını verdi. AKP iktidarının ülkede batılılaşmayı devam ettirmeden diğer siyasilerden daha çok çalışacağını, BOP eşbaşkanlığı sebebiyle kimlere hizmet edeceğini, meclisten apar topar geçirilen torba kanunlarla Avrupa Birliği’ne Müslüman milletimizi entegre edeceğini, uyguladığı ekonomik modelin küresel faizci kapitalist ekonomik model olduğunu, bu ekonomik modelin ülkenin ekonomisini bitirip küresel sermayenin hizmetine açacağını ve bunun gibi bir çok ekonomik, sosyal, siyasal, eğitimsel, tarihsel meseleyi tek tek, kalem kalem anlattı. Bu konularda yüzlerce videoda şu anda internet sayfalarında yüklü. 

Özellikle Erbakan Hocamızın 2007 Genel Seçimlerinden önce ESAM’ın şemsiyesi altında yaptığı konferanslar serisi ülkenin üzerine gelen kara bulutları haber veriyordu. “Milli Kurtuluş Harekatı” başlığında başlayan konferanslar serisinde “Türkiyemiz’in ve Dünyanın Bugünkü Durumunun Gerçek Teşhisi, İşbirlikçiler ve AKP’nin Ekonomik Yıkımı, AKP Dönemindeki Manevi Tahribat ve Milli Görüş Manevi Kalkınmayı Nasıl Sağlayacak?, AKP’nin Dış Politika Faciası; Milli Görüş Yeniden Büyük Türkiye ve Yeni Bir Dünya’yı Nasıl Kuracak?” konularını bir bir anlattı. O zamanlar çoğu kişinin gülüp geçtiğine bizzat şahidim. Şimdi ise aklı selim olanların “Erbakan haklı çıktı” demelerine.

Daha hiçbir şey yaşanmamışken Erbakan “toprak ayağımızın altından kayıyor” derken Erbakan’ı hafifseyenler kitleler şimdi bir organize suç liderinin itiraflarına kulak kesiliyor. Peki, niçin? Şimdi milletimizin eline ne geçecek? Oturup biz ne yaptık ta başımıza bu geldi diyene rastlamadım. Herkes başkasının yaptığını konuşuyor. Millet olarak hepimiz suçluyuz. Gördüğümüz kötülükleri dinimiz emretmemiş olmasına rağmen bize dokunmadığı için görmezden geldiğimiz için. Hepimiz suçluyuz “Bir benim oyumla ne değişir?” diyerek kendi topraklısına oy verip ne dediğine, ne yaptığına bakmadığımız için suçluyuz. Verdiğimiz oyu sorumluluk alanımız olarak görmeyip iktidardakileri takip etmediğimiz, yaptığı yanlışlarda, haksızlıklarda, usulsüzlüklerde uyarmadığımız, oyumuzun hesabını sormadığımız için suçluyuz. İşin ehline kulak kesilmeyip, rivayetlerle gelen haberlere göre yaşadığımız için millet olarak suçluyuz.

İşte Erbakan Hoca’yı dinlemedik ülke ne hale geldi?


10 Haziran 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/7276666/elif-ors/erbakani-dinlememek-ulkeyi-buraya-getirdi 

Hayırlı Anne-Baba/ Büyük müyüz?

 Yaşı olgunluk çağına gelmiş insanlarımızın kendi aralarında en çok konuştuğu konuların başında evlatlarının hayırsızlığı gelir. Büyüklerin en rahat cümle kurabildikleri konu “gençliğin elden gitmesi” meselesidir. Küçüklüğümüzden beri en çok şahit olduğumuz vakıa. O zamandan beri gençlik elden gidiyor. Kürsülerde en çok gençlere vaz-ü nasihat edilir. Okullarda idareciler ve öğretmenler, camilerde imam efendiler (imamların sadece camiye hapsedilmesi zannımızsa daha büyük bir sorundur), evlerde dedeler, nineler, anneler, babalar herkes gençlik ve gençler hakkında konuşur. “Bizim zamanımızda böyle miydi?” sorusuyla başlayıp “Kalmadı şimdiki gençlikte böyle hasletler…” diye devam eder muhabbetler. En çok kalem gençlik ve gençler üzerine oynatılır. Bir zamanlar elden gidiyor olduğu için endişe edilen nesil şimdi gençliğin elden gitmesinden dert yakınıyor. 

Gençlik gelecek olduğu içni tüm ideolojilerde de tüm devletlerde de en baştaki hedeftir. Tüm büyükler ne yaptılarsa gençlerin geleceği, iyiliği için yaptığını söyler. Anneler yememişler, içmemişler, saçlarını süpürge yapmışlardır çocukları için. Babalar yan gelip yatmamışlar, gece uykusuz kalmışlar çocuklarının iaşesi için çalışmışlardır. Siyasilere baktığımızda da hangi hizmeti yapıyorlarsa çocuklar ve gençler için yaptıklarını iddia ederler. 

Peki üzerine bu kadar kafa patlatılıp, üzerine bu kadar konuşulan bir konuda neden hala istenilen hedefe varılamamıştır? Gençler “hayırsız” kategorisinden çıkarılamamıştır? Neden her geçen gün gençlerden şikayet edilen konular artmıştır? “Gençliğin imanını sorularla çaldılar” başlığından başlayıp bahsedilen gençliğin ihale sırasına sokulma serüveninde aramak gerekiyor galiba soruların cevaplarını.

Öncelikle gençlere dair kurulan her cümlenin büyüklerin zamanında yapmaları gerekirken yapmadıkları ve yapmamamları gerekirken yaptıkları işlerin bir yansımasıdır. Tüm canlılar hayatı büyüklerini taklit ederek öğrenir. Bir kuş ebeveynini taklit ederek, uçmayı ve şakımayı öğrenir. Bir aslan yavrusu ebeveynini taklit ederek avlanmayı, bir ceylan yavrusu annesi-babasından görerek av olmaktan kaçmayı öğrenir. Kendinden önceki nesli taklit ederek hayatı öğrenme şiarı akıl sahibi insan için de geçerlidir. Çocuklarımız ve gençlerimiz sözlerimizden, nasihatlerimizden, hitabetlerimizden çok davranışlarımızdan, hareketlerimizden, sözsüz tepkilerimizden öğreniyor yaşamayı. Bu öğrenme şekli de akli baliğ olana kadar böyle devam eder. En basit ve her zaman söylenen örnektir; sigara içerken çocuğunuza sigara kötü, içme demenizin hiç bir olumlu etkisi olmaz. Ya da kapınıza istemediğiniz biri geldiğinde çocuğunuza “annem/babam evde yok” dedirttiğinizde çocuğunuza yalan söylemenin kötü bir şey olduğunu söyleminiz anlamı kalmaz. 

Şapkalarımızı önümüze alıp düşünme vakti gençlerimiz için. Bu gençlerin yaşadığı buhran ve hayırsız olma halinden büyükler olarak anne-babalar olarak, eğitimciler olarak payımız nedir? Zamanında hangi koruğu yedik te torunlarımızın dişleri kamaşıyor. Hangi helalden mahrum bıraktık, hangi harama maruz bıraktık çocuklarımızı? Peygamber Efendimizin (sav) insan bedeninde helal ile doldurmasını söylediği mideyi helal lokma ile mi doldurduk; kalbi helal sevgi ile mi doldurduk ve yavrularımızın beynini doğru, faydalı, güzel, adaletli ve iyi bilgilerle mi besledik?

Her gün ekranlardan akanlara bakarsak, gündelik yaşamda sokağımızdan üniversite sıralarında olanlara bakarsak hiç birini yapmış değiliz. Gençler için hakkaniyet ölçülerine sahip çıkacakları bir dünya bırakmadık. Gençlerin büyüklerden gördüğü -büyüklerininin dillerinin söylediğinden öte- sadece son yirmi yılı ele aldığımızda büyüklerin tablosu hiç iç acıcı değil. 2003’te Irak işgal edilirken bir tepki göremedi gençler. Üstüne üstülük “bu bizden desteklemeliyiz bunları” diyerek Irak işgalinde Amerikan’ın yanında olan iktidarı desteklediğini gördü  gençler. Gençler “dünya küreselleşiyor, biz de küreselleşmenin parçası olarak batıyla entegre olmalıyız, Avrupa Birliği’nin üyesi olmalıyız” diyenleri gördü örnek olarak. Avrupa Birliği denilen kurum aile hayatımızdan inanç hayatımıza birçok geçmişimizle, inancımızla çatışan kriterleri dayatıyordu. Nikahsız birliktelikleri savunan, Allah’ın lanetlediği durumları meşrulaştıran, zinayı hoş gören, İstanbul Sözleşmesi’nden Cedaw’ına bir çok küresel dayatmaları onaylamayı “bu bizden bak artık devlet dailerlerinde kadrolu çalışabiliyoruz” diyen büyüklerini gördü bu gençlik. Dilleri Allah’ın ayetlerini okuyup amellerinde muhalif olan büyükler örnek olarak sunuldu gençlere. “Faiz dünya gerçeği” diyenler ile gençler hayatta kırmızı çizgilerin çiğnenebileceğini,  “konjonktür bunu gerektiyor” diyerek küresel sömürü sistemine eklemlenmenin bir değer olduğunu gördü bu gençlik.

Hiç unutmam, imam hatipte okurken özellikle idareci meslek dersleri hocalarımız öğrencilerinin sigara içip içmediklerini, erkek öğrencilerin saçlarının uzun olup olmadığını, kızların makyaj yapıp yapmadıklarını, sokakta kız-erkek ilişkilerini takip ederlerdi. Hatta bir gün sokakta el ele tutuşup gezen öğrencilerin peşinden koştuğunu hatırlarım meslek dersi hocamın. O hocalarımız bireysel olarak öğrencilerinin peşinden koşarken on dokuz yıldır zinayı serbest bırakan iktidarı destekliyor. (Hocaların ya da her müslümanın tebliğ yapması farzdır. Bundan gocunmuyoruz ya da olmaması gerektiğini söylemiyoruz.) Şimdi bu genç o hocanın hangi dediğini dikkate alsın. (Bu hocalarımın şimdiki öğrencilerinden şikayetle bahsetmelerine sık sık denk geliyorum.) Gençler durumun vahametinde ve ne yapıyorlarsa büyüklerin bıraktığı ayak izlerinden gelerek yapıyorlar. Büyükler olarak elimizle, dilimizle ve eylemlerimizle tutarlı davranışlar ortaya koymadığımız için gençlerle imtihan ediliyoruz.

Gençlerin hayırsızlığından, büyüklerine saygısızlığından, küçüklerine duyarsızlığından, çevresine ve başkalarına sorumsuzluğundan bahsetmeden, şikayet etmeden önce şu soruyu soralım: “Biz hayırlı anne-baba/ büyük olabildik mi?”  


3 Haziran 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/7250621/elif-ors/hayirli-anne-baba-ve-buyuk-muyuz 

Gençliğim Tükendi!

 Bir pazar sabahı. Herkesin ailesi ile kahvaltıda olduğu saatlerde geleceği için, hayallerini gerçekleştirmek için hala merkezi sınav sisteminin düzenlediği sınavlara katılanlar okulların bahçelerinde sınav saatini bekliyor. Sınava girilen merkezlerin bahçelerinde gergin, heyecanlı ifadeler adayların yüzlerine yansımış. Yanlış anlaşılmasın bu üniversite, lise giriş sınavı değil. Yabancı dil sınavına giriş. Sınav adaylarında yaş üniversite öğrencisinden yukarı gidebildiği kadar. Biraz renkli bir yaş aralığı diyebiliriz. Çünkü tek yaş aralığı yok. Bu sınava katılanlar üniversitede daha yüksek okuyabilmek ve daha ziyade de akademik kadrolara girebilmek için katılıyor. En son yabancı dil sınavına katılan kişi sayısı 76 bin küsür, 80 bine yakın. 

Yabancı dil sınavı ve ALES (Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı) önemli kılan sınava katılanların çoğunluğu üniversiteden mezun olduktan sonra iş bulamayıp bir umut akademide kendine iş bulabilme ümidi. Genç, canını dişine katıp on altı, on yedi senesini okul sıralarında geçirdikten sonra elinin ekmeğini yiyebileceği bir iş bulamıyor. Ailenin çocuklarının geleceği için yaptığı -çoğu zaman yüksek fedakarlıklar isteyen bir gayretle ortaya koyduğu- emek üniversiteden mezun olduktan sonra karşılığını bulamıyor. Artık ülkemizde üniversite bitirmek yeterli değil. (Üniversitedeki eğitimin kalitesi bu yazının konusu değil.) Bir üniversite bitirenlerin çoğu ikinci üniversiteyi ya da işe girebilmek için kurumun istediği belgeyi alabileceği başka eğitim kurumlarına gitmeye devam ediyor.

Sınava katılan adayların çoğunun omuzları çökmüş, gözlerinde umutsuzluk, endişe, eğik şekilde oturuyor. Sanki omuzlarında tüm dünyayı taşıyor gibiler. Bir bakıma da öyleler. Yıllardır aileleri emek vermiş; yememiş, içmemiş çocuğunun, çocuklarının geleceği iyi olsun, ferah olsun diye nice nimetlerden uzak kalmışlar. Sınavdakiler ailelerin bu emeğinin yükünü taşıyor. Diğer yandan yıllardır emek veren hocalarına karşı sorumluluğu taşıyorlar. Akıllarındaki en büyük yük sınavdan istenilen başarıyı gösterip kendilerini kurtarabilecekler (!) mi? Yeni nesil daha hayata atılmadan içten çürüyor. Arkadaşlar arası rekabetler, akrabaların her bayramda, buluşmada “Sen daha adam olamadın mı?” kabilinden “Hala iş mi arıyorsun?” Sözleri, akıp giden ve hala evlenmediği için başlayamadığı hayat.

Hangi gençle oturup sohbet etseniz bu minvalde kendi hikayesini anlatacaktır. Kimisi üniversiteyi bitirip KPSS (Kamu Personel Seçme Sınavı) kapılarında hala dirsek çürüttüğünü, zar zor kazandıkları sınavlardan sonra atanamadıklarını, piyasada  işe girebilmek için geç kaldıklarını, hala ailelerinin ellerine baktıkları için utanç duyduklarını, bir türlü aileleri ve toplum tarafından adam yerine koyulmadıklarını, emeklerinin karşılığını alamadıklarını, birilerinin ailesinden olmadıkları için hak ettikleri yerlere gelemediklerini, birilerinin yandaşlığı sayesinde koltuklara kurulduklarını ve bunun gibi daha bir çok şeyden bahsedeceklerdir. 

Devlet planlamanın kapatılmasıyla hangi alanda ne kadar çalışana ihtiyaç olduğunun planlamasının yapılamadığı bir yerde ilçelerde dahi açılan üniversiteler çare olmamışlardır. Hatta artık durumu daha da kangren haline getirmişlerdir. Piyasada okuduğu bölümün, mesleğin işini yapamayan onun yerine tezgahtarlık, kuryecilik, seyyar satıcılık, çöp toplamacılığı gibi işi yapan eğitimli, diplomalı binlerce gencimiz var. Bu meslekleri küçümsemiyoruz. Eğitimini alan kişilerin kendi iş sahasında iş bulamamalarına dikkat çekmek istiyoruz. Mesleki liseleri geliştirilmeyen, gençlerininin istihdamını sağlayamayan, gençlerinin gençlik enerjisini sınavlarda tüketen bir ülke ne üretebilir? 

Bu kadar söz aklımıza nereden geldi. Geçen hafta 19 Mayıs Atatürk'ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı sebebiyle büyüklerin atmış olduğu nutuklar bizi bunları düşünmeye itti. Yine geçen hafta ülkedeki evlenme ve doğum oranlarının düşmesi, evlenme ve çocuk sahibi olma yaşının git gide artması, buna bağlı olarak ülke nüfusunun yaşlanması gibi konuların istatistik rakamlarının haberlerin gündemindeydi. Ortaya çıkan tablo ülke geleceği için endişe verici. Fakat bu tabloyu değerlendirirken şunu gözden kaçırmak ta gençlere yapılacak diğer haksızlık. Bir gencin okulu bitirmesi, iş bulabilmesi, erkeklerin askerliğini yapabilmesi derken en iyi ihtimalle yaşı 26- 27’yi buluyor. Bu 26-27 yaşı da takılmadan, yıl eksiği olmadan ulaşılan rakam. Eğer bir de araya üniversite sınavını kazanamayıp sonraki yıla kaldıysa, kpss’lerde, ales’lerde, yds’ler de ömrü geçiyorsa rakam daha da yükseliyor. Hele de üniversitede kredi aldıysa bunu ödemek için harcanan zaman gençler için diğer bir engel oluyor. Gençler ne ara iş sahibi olup bir hayat kurabilsin?

Gençlik yanlış politikalar ve umursamazlıkla tüketiliyor. Bir insanın üretkenlik için en verimli olduğu çağları o sınavdan bu sınava koşarken boşa harcatılıyor. Bu sistemde sıkışan genç ailelerin baskılarıyla da bir çıkmaza giriyor. Geleceğimiz olan gençlerimizin tablosu maalesef bu.

Sevgili büyükler, gençlere bıraktığınız/bıraktığımız yaşanılmaz bu ülke ve dünya için gençlere karşı fazla cüretkar cümleler kurmuyor musunuz/muyuz?


27 Mayıs 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/7223406/elif-ors/gencligim-tukendi 

Kınamanı Göster, Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim!


    Her Ramazan ve müslümanlar için kutsal günlerde israil alışkanlığının gereği Mescid-i Aksa başta olmak üzere canlı, cansız her şeyi hedef alan saldırılarını bu senede gerçekleştirdi. Bu saldırılara tepkiler başta müslümanların olduğu coğrafya olmak üzere insanlığını taşıyan her coğrafyada büyük tepkilere sebep oldu. Neredeyse tüm dünyada yönetimlerine rağmen ülkelerin halkları sokaklara çıkarak, sosyal medyada paylaşım yaparak Filistinlilerin yanında zalim İsrail’in karşısında olduğu duruşunu sergiledi. Her gün değişik coğrafyalardan hala Filistinlilere destek faaliyetleri devam ediyor.

    Bu saldırılarla gündemimizi oldukça işgal eden bir konu da İsrail’i yaptığı melanet işlerden dolayı “kınama” mesajları, paylaşımları. İsrail’in saldırı haberleri haber ajanslarından akmaya başlar başlamaz ülkelerden yetkili kurum ve kuruluşlardan hemen “israil’i şiddetle kınama” açıklamaları da düşüyor. Mahalle muhtarından sendika yöneticisine, şarkı icracısından devlet yetkililerine kadar kınama mesajları sosyal medya akışlarımızı dolduruyor. Herkes de bir daha şiddetle kınama gayretine şahitlik ediyoruz.

    Bunlar insanlık ve hakikat adına güzel çalışmalar. Gazeteciler, iletişim uzmanları çoğu zaman mesajlara sıradan insanların baktığından farklı bakarak söylemlerin analizini yaparlar. İster istemez bizde de bu alışkanlık mevcut. Her “çocuklar ölmesin” diye atılan mesaj, “saldırıları durdurun” diyen paylaşımlar bizim genel anlamda anladığımız manada meseleyi lanetlemiyor, mazlum ve mağdurdan yana olmuyor. “Çocuklar vurulmasın!” diyenlerin bazıları -özellikle toplumun önüne çıkarılmış isimler- hem israil’in hem Hamas’ın saldırılarını durdurmasından bahsediyor. “Çocuklar ölmesin” içerikli haberlerde öne çıkırılan mesele Filistin tarafından atılan füzelerin vurgusu. İsrail’in zulmünün haberleştirilirken “Doğu Kudüs’te…” ifadesini ısrarla kullanılmaya devam ediyor ajansların “Doğu Kudüs(!)” muhabirleri. Türkiye’de başta TRT ve Anadolu Ajansı başta olmak üzere “Doğu Kudüs’te israil’in saldırıları…” diye haber verirken İsrail’in meşruiyeti sağlanıyor. İnsanların zihninde israili’in terörü meşruluk kazanıyor. İsrail Gazze’de, Batı Şeria’da, Kudüs’te toprakları vururken haber ajansları sayesinde tüm dünyadaki insaların zihnini kendi kavramlarıyla vuruyor. 

    “İsrail-Filistin çatışması, Doğu Kudüs, üç din için kutsal şehir” ifadelerinin geçtiği içeriklerden arkanıza dönüp bakmadan oradan kaçabildiğiniz kadar kaçın. Zira bu söz müslümanların kalesinde patlayan kocaman bir goldür. israil kendine buradan meşruiyet zemini buluyor. Özellikle “üç din için kutsal” ifadesinden. Bu sözü müslümanların söylemesi tek kelime ile -eğer başka hedefi yoksa- tarih bilmemektir. Tarih bize göstermektedir ki, Kudüs müslümanlar dışında kimin eline geçtiyse zulüm uygulamış, şehirde yaşayanlar canları, namusları heder edilmiştir. Ne zaman müslümanların eline geçtiyse tüm din mensupları için esenlik yurdu, barış yurdu olmuştur. Ne demek üç dinden temsilcilerinden oluşan bir komisyonun Kudüs’ü yönetmesi?!

    Bu sözün temelsizliği için kısaca tarihleri hatırlayalım: Hz. Ömer Kudüs’ü fethedildiğinde şehri teslim almaya gittiği zaman bir kilise ziyareti sırasında namaz vakti geldiğinde kilisenin papazı “Burada namazınızı kılabilirsiniz.” dediğinde Halife Ömer “Kilisede namaz kılarsam ileride müslümanlar burada Ömer namaz kıldı deyip kiliseyi camiye çevirebilirler. Bu ahdimize yakışmaz.” demiştir. Müslümanların yönetiminde her din mensubu insanca Kudüs’te yaşayabilmiştir. fakat sıra haçlılara gelince acımasızca ve hunharca insanlar katledilmiş, kutsal mekanlar talan edilmiştir. Ne müslümanlar ne yahudiler ne de yerli Hıristiyanlar Hıristiyan haçlı yönetiminde gün yüzü görebilmiştir. Resmi başlangıcı 1948 olan yahudi yönetimi altında olanlara ise 73 senedir şahidiz.

    En son İslam temsilcisi olarak Kudüs’ü yöneten Osmanlı’da bu topraklar sadece onbaşı rütbesi ile yüzyıllardır barış, saadet, refah, huzur içinde yaşamıştır. Her din mensubuna hiçbir müdahale olmadan yaşamıştır. Tüm bu yaşanmışlıklara, örneklere bakarak ortak komisyonunun yönetmesi düşüncesini savunanların değerlendirmesini akıl sahiplerine bırakalım. 

    Diğer yandan kınama mesajların söylem analizi bakış açısıyla baktığımızda, İslam ülkelerinde kınama mesajı atan yetkililerin mesajları adeta "kına yakma" mesajlarına dönmüş durumda olduğunu görüyoruz. Filistin’de israil'in yaptıklarıyla kendi kamuoylarının dikkatini mazlum coğrafyaya çeken romantik kınama paylaşımları ile kendi yönetiminde meydana gelen meselelerin üzerini örtmeye çalıştıklarının şahidi oluyoruz. Beyler, bayanlar! israil'in yaptığı zulüm sizin sorumluluk alanınızın üzerini örtmüyor. Atılan mesajlar fiili harekete geçmediği için de mazlum Filistin halkına katkı sağlamıyor.

    Bırakın, romantik paylaşımları çocukluktan yeni çıkmış, hayatı yeni yeni tanıyan ve heyacanı olan gençler atsın. Bırakın, boykot çalışmasını bireysel olarak her vatandaş gücü yettiği kadar kendi yapsın. Bırakın, sivil toplum kuruluşları, sendikalar, yardım kuruluşları, medya insanlığın gündemine İsrail’in terörünü taşısın. Siz elinizdeki gücün gereği olarak israil’e “Dur!” deyin. İsrail’le yaptığınız anlaşmalardan çekilin. Mavi Marmara sürecinden sonra başlayan “normalleşme” adı altında yaptığınız gizli-açık her türlü siyasi, askeri, kültürel, ekonomik çalışmalardan geri çekilin. Uluslararası tüm toplumları, kuruluşları İsrail’in uyguladığı terörü durdurmak için gerekirse siyasi, gerekirse askeri, gerekirse ekonomik güçlerini kullanmak üzere bir araya toplanmaya davet edin. 

    Bunları ifade ederken şunu söylemezsek eksik yazmış oluruz. 54. Erbakan Hükümeti’nin kurduğu D-8’ler tam da dünyadaki tüm zulümlere engel olmak için kurulmuş, İsrail’in anladığı dili kullanacak kurumdur. İsrail’i sadece silah vuracak olan değil, ırkçı emperyalizmin kurduğu zulüm sistemini kökten kaldıracak küresel bir güç olacaktı. Bunu şu vakte kadar bu seviyeye getirmeyen her kişi -birey, sivil toplum mensubu, din adamı, akademisyen, toplum önderleri, siyasi aktörler, sanatçılar- israil’in bugünkü şenaatinden sorumludur.

    Konuşmalarında, kınama mesajlarında, “kahrol israil”li paylaşımlarında İslam Birliği, D-8’e yer vermeyen hiç kimseyi dikkate almamalıyız. Zaten İsrail de dikkate almıyor. Her sene yaptıklarıyla da bu söylemleri yapanları amiyane tabirle takmadığını ortaya koyuyor. Kınama mesajları ise kınayan kişinin neye hizmet ettiği ifşa ettiği ile kalıyor.


20 Mayıs 2021/ Milli gazete



https://www.milligazete.com.tr/makale/7194885/elif-ors/kinamani-goster-sana-kim-oldugunu-soyleyeyim

Tüm Alem Sana Emanet

 Belgesellerde gezi türü, bölge tanıtımı, şehir tanıtımı gibi programlarda görüntüde yeşillikli, şelaleler, dereler ve bilumum doğa unsurları akarken arka fondaki sesten genellikle şöyle bir konuşma gelir “Bilmem ne yeri adeta doğanın bir parçası…” “Bilmem yöresi sizi doğaya çağırıyor…”  Sanki apartmanlar diktiğimiz, asfaltla donattığımız, beton döktüğümüz yerler doğanın bir parçası değilmiş gibi.

Yeryüzünde halife olarak yaratılan müslümanlar dünyada hayatına bütüncül şekilde bakamaz hale gelmiş durumda. Evet, müslümanlar olarak hiç bir dönem yaşanmayan baskı, zulüm, savaş, iç çatışma, memleketinden edilme gibi çok yaşamsal konularda sıkıntı yaşıyoruz. Fakat bu yaşananlar belli konulara kulak kesilip hayatın tümüne dair söz söyleme sorumluluğumuzu gözümüzden kaçırmamalı. Bir müslüman önce kendi ailesi başta olmak üzere yaşadığı sokaktan, mahalleden, şehirden, ülkeden, coğrafyadan, mekandan insanıyla, sokaktaki hayvanıyla, doğal çevresiyle her şeyiyle sorumludur. Allah’ın “kul” olarak yarattığından insana “nimet” olarak her verdiğinin hakkını gözetmeli, adaleti tesis etmeye çalışmalıdır.

Daha önce hiç bir dini ve ilmi eğitim müfredatında almadığım “çevre, alem” üzere eğitimi Genel Merkez’de katıldığım eğitimde aldım. Büyük ihtimal hatibeler eğitimi çerçevesinde verilen eğitimde “Hak ile batıl” arasındaki mücadeleyi/mücahedeyi anlatırken “Medeniyetlerin Değerlendirmesi” başlıklı derste üç ölçütle medeniyetler değerlendiriliyordu. Bu üç ölçütten biri “Medeniyetlerin alame bakışı” konusuydu. Bu değerlendirmede batı/ batıl medeniyetin aleme bakışının “Ben kaba kuvvete sahibim, ben haklıyım, kendimden gayrı herkese ve her şeye nefsim nasıl isterse öyle davranırım.” anlayışında dünyaya ve aleme baktığı dersin hocası tarafından aktarılmıştı. İslam medeniyetinde ise aleme bakışın “İçinde yaşadığımız dünya dahil tüm alem insanın faydası için yaratılmış olsa bile bunlar hep bir emanettir. Dünya hayatında insanlar (müslümanlar demiyoruz sadece ama bunu yerine getirme vazifesi müslümanlara ait) israf etmeden, ihtiyacı kadar faydalanabilir. Özellikle müslümanlar dünyada yaşarken “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz!” emri gereği dünyada bir misafir ancak ne kadar faydalanırsa o kadarıyla iktifa etmek zorundadır. Müslümanların aleme bakışı “emanet” anlayışındadır. Özetlemek gerekirse ders böyleydi.

Gel gelelim, dünyaya “adil bir sistem” getirmekle sorumlu olan bir coğrafyanın insanların başına gelenler neler? Uzun süredir ülke insanımız dışında ülkemizin yer altı, yer üstü ve doğal kaynaklarımız hem uluslararası şirketler için hem de yerli şirketler için tam tabiriyle talan ediliyor. Son günlerde Rize’nin İkizdere İlçesi’nde taş ocağı çalışmalarıyla bizlere emanet olarak verilen çevrenin bazı şirketler lehine talan edildiğine şahit oluyoruz. Ve bu duruma yöre halkı karşı çıkıp kaç gündür direniyor.  Köylülerin bu projeye karşı çıkmasının sebebi başlıca geçim kaynaklarından olan çay tarımı ve arıcılığa zarar vermesi. Buna karşılık yetkililer maden ocağı yapımının tüm izinleri alınmış bir yatırım projesi olduğu iddiasındalar. Yani diyorlar ki kanuni bir iş yapıyoruz. Biz de soruyoruz, kanuni ama adil mi?

Ülkemizde buna benzer doğayı tahrip eden Kaz Dağları’nda ve birçok yerde altın aramak için; Alpu Ovası’nda (Eskişehir) termik santrali kurmak için; Salda Gölü gibi turist çekmek için ve böyle bir çok şehirde dünyada eşi ve benzeri olmayan topraklarımız, yeşil alanlarımız yok ediliyor, çevremiz kirletiliyor. Para kazanmak için vahşi hayvan avı için ihalelere çıkılarak doğal yaşamda var olmaya çalışan başta geyikler olmak üzere hayvanlarımız katlettiriliyor. Köprü, yol yapımı, gökdelenlerin yapılmasıyla göç eden kuşları ülkemize uğramamaya, köprülerdeki ışıklandırma sebebiyle balıklar boğaza girmemeye başladı. Yani ekolojik dengede düzeltilmesi imkansız zararlar ortaya çıktı. Bunu sorumluluğu iktidar sahipleri başta olmak üzere cennet vatanda yaşayan hepimizde.

Evet, yeryüzü insan için yaratılmıştır. Fakat insan yeryüzünü talan etmesi için yaratılmamıştır. Bir avuç  azınlığın (yerli ve uluslararası güçler) azgınlıkları için feda edilerek gelecek nesillerin yaşam alanlarını yok etmek hangi akıla hizmettir? 

Müslümanlar olarak ölçümüz olan Peygamber Efendimiz’in (sav) hayatına bir daha bakalım:  Bir gün Peygamberimiz (sav), sahabilerden birinin abdest alırken suyu israf ettiğini görür. “Bu israf nedir?” diye sorar. Bunun üzerine sahabi “Abdestte israf olur mu?” diye karşılık verince Peygamberimiz (sav): “Evet, akan bir nehrin kenarında bile olsan, normal bir miktarın üzerinde su kullanman israf olur.” Şeklinde cevaplar.

Peygamber Efendimiz’in (sav) koyduğu bu ölçüye göre yaşamaya çalışan ecdadımızı hatırlayalım: Kanun-i Sultan Süleyman ağacı saran karıncaların öldürülmesini sorar dönemin şeyhülislamına: 

“Dırahta ger ziyan etse karınca

Günâhı var mıdır ânı kırınca?” 

(Eğer karınca ağaca zarar veriyor, onu kurutuyorsa, karıncayı yok etmenin bir günahı var mıdır?)

Şeyhülislam şöyle der:

“Yarın Hakk’ın dîvânına varınca

Süleyman’dan hakkın alır karınca.”


6 Mayıs 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/7053307/elif-ors/tum-alem-sana-emanet 

Eve Dönelim Ama Ev Nerede?

 Pandemi sürecinde iktidar sahiplerinin aldığı tedbirlerden biri kapanma denilen, sokağa çıkma konusunda kısıtlamaların getirildiği uygulamadır. Ülkemizde geçen seneden beri “Hayat Eve Sığar” sloganıyla gerçekleştirilen kısıtlamaları vatandaş nezdinde yerleştirmeye çalışıldı. Pandemi sürecinde herkes evlerine geri çağrıldı. Modern zamanlar insanları yaşamlarını evin dışında yaşamak üzere kurgulanmış bir hayattı. İnsanlar günleri evin dışında; çalışanlar iş yerlerinde, çocuklar kurslarda-okullarda, emekliler parklarda, ev hanımları gün gezmelerinde geçirir eve ancak akşam saatlerinde gelebilirlerdi. Modern yaşam insanı evden uzaklaştırmış, evi insanlar için bir yaşam alanı, bir hayat olanı olmaktan çıkarmıştı. (İslam-Türk evlerindeki “hayat”ı bir de bu açıdan bakmak gerekiyor zannımca.) Şimdi ise insanlık eve dönmeye davet ediliyor. Ama bu şairin dediği türden bir eve dönüş değil, tabiri caizse hapishaneye girmek.

Değişen üretim şeklinin yanında şehirlerin şekli de değişti. Evler apartman, mahalleler site, şehirler ise kentleşemeyen ama yanı zamanda şehir olarak ta kalamayan mekanlara dönüştü. Bizlere, evlere dönmemizi isteyenler ortada ev bırakmadılar. Hepimiz yarı açık bir cezaevinde gün ışığı görmeden, rüzgar tenimize değmeden, çocuklarımız toprakla buluşmadan, baharda açan çiçekleri görmeden, dolunaya şahit olmadan, günün saatlerini güneşin hareketlerinden değil saatin işaretinden görerek bir kent hayatı yaşıyoruz. Özellikle büyükşehirlerde bir türlü ayağımız toprağa değmiyor. Akşam kaldığımız mekanlardan çıkıp, direk asfalt yollarda son model arabalarımızla geçerek yaşama dokunamadan dünya hayatından bize ayrılan saatleri tamamlıyoruz. Topraktan gelen ve sonunda da toprağa gidecek canlılar olarak topraktan bu kadar kopmuş olmamız bir kıyamet değil mi?

Covid virüsüne tedbir için ısrarla çağrıldığımız ‘ev’ aslında nedir, bu konuyu ele almamız derdimizi açıklamada bize yardım edecek. Zira ülkemizin sağlık bakanı birkaç ay öncesinde bulaşın en yüksek oranın “evde” olduğunu açıklarken bugün “Evimiz en güvenli kalemiz. Bir süre mücadeleyi evimizden sürdüreceğiz.” şeklinde twitler atıyor. 

Allah (cc), insana hayatını devam ettirebilmesi için yemenin ve içmenin yanında doğa şartlarının sıcağına, soğuna ve tehlikelerine karşı korunması için barınma nimetini vermiştir. İnsanların dünyada ilk gerçekleştirdikleri üretimlerden biri ev, barınak yapmaktır. Ev aile bağıyla kurulan, kadın ve erkeğin arasında nikah akdiyle inşa edilen yani önce hukukla inşa edilen yerdir.

Mimar Serkan Akın evi şöyle tarif eder: “Müstakil olan yerdir. Tek bir arsada, tek bir parselde tek bir ailenin yaşadığı ve bu ailenin eve dair ihtiyaçlarının giderildiği mekan, evdir. Dolayısıyla olmazsa olmaz şart bunun müstakil olmasıdır. Ev kelimesine müstakil ya da bahçeli sıfatını eklemek gereksizdir. Apartman ise tanımadığımız, bilmediğimiz insanlarla kat mülkiyeti üzerinden kurulan zorunlu ortaklıktır.”

“Ev nedir?” sorusuna diğer bir Mimar Semih Akşeker “Mutlu Ev” kitabında “Müstakil ev kavramı mutlaka ve mutlaka küçük de olsa bir “bahçe” bölümünü ihtiva etmektedir. Esas itibariyle Türk-Müslüman evi olarak ifade edilen ev, biri kapalı diğeri açık toplam iki birimden meydana gelmektedir. Evlerin odalarla oluşturulan kısmı “kapalı alan”ı temsil ederken bahçe ve avlular, göğe bakan “açık alan”ı temsil ederler. Ev budur, biri olmadan diğeri eksik kalır.” şeklinde anlatır. Yani açık alanı, küçük bir bahçesi, avlusu olmayan mekana ev denilmiyor.

Bu tanımlar üzerinden kendi yaşadığımız mekanları değerlendirelim. Yaşadığımız yerler “ev” kategorisine giriyor mu, girmiyor mu? Normal zamanlarda bile insanın barınma, ev ihtiyacını karşılamayan yerlere “ev” diyerek, bizi evlere çağıranlar bizi gerçekten neye çağırıyor? Geçen kapanma sürecinde aile içinde şiddetin artmasında ve boşanma oranların artmasında yaşadığımız yerlerin etkisi nedir? Toplumda artan birbirine tahammülsüzlüğün ver her alana sirayet eden şiddetin temellerinde belki de milletimize çözüm diye sunulan, buyur yaşa yaşayabilirsen diye sunulan toki tarzı, apartman modeli yapılaşma vardır.

Kuran’ı Kerim’de Allah evi şöyle tarif eder: “Allah, evlerinizi sizin için bir huzur ve sükun yeri yaptı.” /Nahl, 80

Son bir yıldır maruz kaldığımız uygulamalar sebebiyle düşünmeyi ciddiye almaya; insana dair, topluma dair, şehire dair, hayata dair, insanlığa dair, yaşamın her boyutuna dair derin derin düşünmeye başlamalıyız. Ve şu soruyla başlamalıyız: “İyi, peki, eve dönelim de, ama ev nerede?"


29 Nisan 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/7028268/elif-ors/eve-donelim-ama-ev-nerede

Ramazan Güncesi

 Ramazan iklimiyle geldi ve hayatımıza bir nefes aldırdı. Bütün olumsuzluklarına rağmen huzur iklimini yaşatıyor. Pandemi kısıtlamalarıyla beraber mukabeleler ve cemaatle toplu teravih namazları kılınamaması da insanımız kendince manevi hazzı yaşamak için başka kapılar buluyor. Pandemi gerekçe gösterilerek icra edilemeyen mukabele programları internetin eğitim platformlarıyla varlığını sürdürüyor. Arkadaşlar, akrabalar internet üzerinden bir araya gelip mukabelelerine, Ramazan sohbetlerine devam ediyor. İnsanımız birbirine desteğe, bir olmaya, dertleriyle dertlenmeye internet üzerinden de olsa devam ediyor.

Ramazan öncesi her müslümanın aklında bir soru kalbinde endişedir: “Bu Ramazan oruca dayanabilecek miyim?” Biliriz ki, insan nefisin terbiye eden tek imtihan insan bedeninin aç kalmasıdır. Oruç ibadeti en çok nefisle mücadele olduğu içindir bu endişelerimiz. Ama Rabbimizin bir lütfu olarak her Ramazan’ın başları serin geçer. Yaz mevsiminde de bunu yaşadık, şu bahar mevsiminde de bunu yaşıyoruz. Sıcak geçen bir Mart’tan sonra böyle bir lütufla Rabbim biz kullarına “Siz niyetinizi alın benim emrim için. Ben size imkanları yaratırım.” diyor sanki.

Ramazan’da haber merkezlerinin gündeminin eksik olmayan maddelerinden biri de müslümanları yaşadığı diğer coğrafyalarda Ramazan’ın nasıl yaşandığıdır. Haber merkezleri uluslararası haber ajanslarından geçilen haberleri, yerel haber portallarını takibe alırlar bu zaman zarfında. Bu senede diğer coğrafyadaki kardeşlerimizin Ramazanları nasıl geçiyor gelen haberlerden, fotoğraflardan takip ettik. Birçok ülkede cemaatle teravih namazları alınan tedbirlerle de olsa toplu olarak kılındığını gördük. Ne güzel, ne müthiş bir manzara oluyor sadece Allah’a secde eden insan manzarası!

Özellikle bir fotoğraf var ki duygu dünyamızı alt üst etti. Mescid-i Aksa’nın avlusunuda toplu olarak saflar bitişik kılınan teravih namazı. Yıllardır işgalci israil’in zulmü altında hayatta kalmaya çalışan Filistinliler saf saf olmuş Allah’ın emrine teslim olmuşlardı. 

Kudüs’ten gelip bizi şaşırtan diğer görüntü ise Ramazan gelmeden çarşılarını, pazarlarını Ramazan için süslemeleri, tarihi sokakları ışıklandırmalarıydı. Biz % 99 müslüman ve bağımsız bir ülke olarak bu tür hazırlıkları yılbaşı geldiği zaman ya da kapitalizmin kutsadığı günlerin arefesinde görmeye alışkınız çünkü. 

Bu iki fotoğrafa bakınca şunu düşünmeden geçemiyoruz: “Kim işgal altında?”

İşgal demişken hepimiz biliriz ki en ağır işgal gönüllerin ve zihinlerin işgalidir. İşgalin bu türü yapılırken top, tüfek, silah kullanılmaz; kelimeler, kavramlar kullanılır. Açıkçası işgalin bu türünden kurtulmak fiili işgalden kurtulmaktan çok daha zordur. Silahlı işgal biter, gider ama zihinlerin işgalinden kurtulması için insanların, toplumların iyi bir rehabilitasyondan geçirilmesi gerekir. Tıpkı Hz. Musa’nın kavmi İsrailoğullarının Firavun’un zulmünden kurtarılıp, Kızıldeniz’i geçtikten sonra kırk yıl çölde dolandırılması gibi.

Haber portallarına “Mescid-i Aksa’da ilk teravih namazı kılındı” başlıklı haberin spotunda “İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs’ün Eski Şehir….” ifadesi yer alıyordu. Kudüs ne zamandan beri bölündü, bunu işin ehli olan herkes biliyor. Haberin mahrecinin devletin haber ajansı olması da biz müslümanlar için daha üzüntü verici. Ama Ramazan ayının son Cuma günü Kudüs günü’nde yine göreceğiz “israil’e işgalci” dediklerini, zulme lanet yağdırdıklarını, resmî ricalin Kudüs edebiyatlı paylaşımlarını. Bir yandan işgalcinin kavramlarını kullanmak, diğer yandan…

Ramazan dayanışma ayı olmasına rağmen ülkenin ekonomik tablosunun değişmesine bu sene çok katkısı olmadı. Önceki senelerde fakirin elinden tutan, düşküne yardım eden insanımız bu sene kendi yardıma muhtaç hale geldi. Yine de askıda fatura, askıda kumanya paketi, askıda giysi, askıda ekmek gibi uygulamalarla millet kendi yaralarını sarmaya çalışıyor. Saadet Partisi’nin gündeme taşıdığı “geçim ittifakı” her geçen gün hiçbir siyasi görüşün inkar edemeyeceği kadar aşikar. Ülkenin siyasi unsurları milletimizi daha fazla kamplaştıran seçim ittifaklarını değil geçim ittifakı meselesini ele almalıdır. Zira en son Tekirdağ’da üç çocuk babası uzun süre işsiz kaldığı için eşine son 12 lirasını bırakarak hayattan ayrıldı. Atanamayan öğretmenler, eytliler, atanamayan engelli öğretmenler, kuryecilik yapanlar, özel şirketlerde çalışıp başlarına ne geleceğinden haberi olmadan üç kuruş karın tokluğuna çalışan milyonlar… Halkın memurundan çiftçisine, hayvan üreticisinden küçük-büyük ölçekli üreticisine, girişimcisinden emeklisine her sınıf dar boğazda.

Gelen haberler Ramazan’da ülkecek ağzımızın tadını kaçırıyor. İktidar gücünü elinde tutanlar ekonomi sorununu patates-soğanla çözeceğini sanarak geçim derdini bitireceğini mi düşünüyor? Belirli makamlarda isim değişikliklerinin ülke sorununu bitireceğini mi sanıyorlar?

Ramazan olsa da müslümanların yaşadığı gelen zulüm haberleri değişmiyor. Artık işgalci israil’in bir gelenek haline getirdiği müslümanların kutsal günlerinde filistinlileri bombalaması bu Ramazan’da da değişmedi. Yine İşgalci israil’in terör uçakları bu Ramazan’da Gazze’ye hava saldırıları düzenledi. Diğer yandan Doğu Türkistan’dan gelen haberler değişmedi. Yine zalim Çin bütün dünyanın gözü önünde soykırım uygulamaya devam ediyor. 

Ama yaşanan daha acı olay ülkemizde gerçekleşti. Çinle imzalanan hala Meclis Komisyon’unda olan anlaşma Meclis’ten geçmemiş olmasına rağmen Ramazanın ilk gecesinde sahur baskınıyla en az üç Uygur’un evi basılarak gözaltına alındığı öğrenildi. Gözaltına alınanlardan biri 76 yaşında annesi ve üç kızı ve bir oğlu ile birlikte İstanbul’da yaşayan, eşi vefat etmiş bir hanım. Ülkemizdeki Uygurların derdiyle dertlenen kurumlar gözaltına alınan hanımın hangi suçtan dolayı gözaltına alındığını yetkililere sosyal medya aracılığıyla soruyor. 

Bunca yaşanandan sonra beynimize aynı soru üşüşüyor: “Kim işgal altında?”


22 Nisan 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/7002783/elif-ors/ramazan-guncesi 

Her Şeye Rağmen Ramazan

 Ramazan’ın manevi iklimine girdiğimiz şu mübarek günlerde bu senede elimize bir fırsat geçti kendimizi muhasebe etmemiz için. Her zaman dilimizle söylediğimiz güzellikleri, iyilikleri, doğruları, faydalı olan şeyleri, herkese ve her şeye adil olma adına yapacağımız salih amellerimizi gerçekleştirme ve hayatımıza geçirme zamanı. Ramazan, on bir aylık dünya gailesinden bunalan ruhumuz için bir inşirah vakti. 

Önceki senelerde Ramazan yaklaştıkça Ramazan’a hem maddi hem manevi olarak hazırlanmak için bir koşuşturmaca hepimizi alır giderdi. İftariyelikler, sahurluklar, iftara gelecek misafirlere hazırlıklar, belki bir yıldır hiç yüzüne bakılmamış ama Ramazan’da hatim yapılacağı için evin en güzel köşesinden Kuran Kerimlerin indirilmesi, teravihi kılmak için camilerin listesinin yapılması, Ramazan’a girmeden konu-komşu, eş-dost akraba ile helalleşilmesi, fakir- fukaraya verilmek üzere kumanya paketlerinin hazırlanması, zekatın verilmesi için ihtiyaç sahiplerinin tespiti gibi bir çok Ramazan heyacanımızı yansıtan işlerimiz vardı. Hanımlar Ramazan’a girmeden önce bir dip köşe temizlik yaparak aile mensuplarının temiz bir şekilde Ramazan’ı karşılamasını temin ederdi. Kısaca Ramazan bir şölen yaşatırdı daha gelmeden. Her insanda büyük-küçük farketmez bir çocuksu mutluluk gelirdi yüzlerine. Yaşı kemale erenler bir Ramazan’a daha ermiş olmanın şükrünü yaşar, çocuklar da sahura kalkmakla artık büyüklerin dünyasına adım atacakları gururunu yaşamak için sabırsızlanırdı. Ramazan’dan günler önce “Anne beni de kaldıracaksınız sahura di mi?” sözleri arasında varılırdı mübarek zamanlara. Ramazan’a ermiş olmak hayat akışının ritmini değiştirerek bir can olurdu, heyecan olurdu. 

Ramazan heyecanını ilk önce toplum şüphesiz çarşıda, pazarda hissederdi. Ramazan’a özel alışverişler günler öncesinden yapılırdı. Durgun olan ekonomi hayatın doğal akışında hareketlenir, ekonomik kriz sebebiyle harcamalarında kısıtlamaya gitmiş dar gelir sahibi olanlar bile Ramazan öncesi elinden gelenin en iyisi yaparak ailesine Ramazan’ı rahat geçirecek şartları oluşturmak için gayret gösterirdi. sanki bayram yaşanıyormuşçasına çarşılarda, pazarlarda, sokaklara bir hareketlilik olurdu.

Ama maalesef bu sene Ramazan öyle bir heyecanla gelmedi. Özellikle çarşı, pazarlar bir önceki senedeki gibi bile bir hareketlilik görmedi. Ramazan için aylık yapılan alış veriş listeleri belli ki artık yapılmıyor. Pazarda gezerken insanların sadece o haftalık evin ihtiyacını karşılayacak ihtiyaçlarını aldığını gözlemliyorsunuz. Zincir market olmayan mahalledeki küçük esnaflık yapan marketler de eskisi gibi bir hazırlık yapmadı/ yapamadı. Mahalleli için elinde para olmadığı zaman veresiye yazdırdığı bakkallar da yok denecek kadar azalmasıyla milletimiz daha fazla hisseder oldu geçim sıkıntısını. Bu sene geçim sıkıntısı Ramazan’ın heyecanı başta olmak üzere her şeyin önüne geçti. Emekliler artan faturalardan, el yakan pazar fiyatlarından bu seneki fıtır sadakasını nasıl vereceklerini kara kara düşünüyorlar. Ekonomide yaşanan sıkıntıyı bu sene Ramazan’ın gelişi bile engelleyemedi. Geçim derdi her şeyin önüne geçti. Pandemi sebebiyle Ramazan ayına has gidilen kısıtlamalar da insanımızı biraz daha boğmuş durumda. Hayatın tüm sıkıntılarına nefes aldıran beraber iftarların olmaması, cemaatle yapılan ibadetlerin feyzinin eksikliği, cemaatle beraber yaşanan birlik olma duygusunun eksikliği bu sene çok çok hissedilecek. 

Bizlere de müslümanlar olarak elimizden ne gelirse ailemize ve çevremize Ramazan’ın heyecanını hissettirmek, çocuklarımızın aklında kalacak Ramazan hatıraları oluşturmak, şu sıkıntılı günlerde insanımızın elinden tutmak, ihtiyaç içinde olanların ihtiyacını karşılamaya çalışmak, evlerde tıkılıp kalmış insanımıza nefes almasına sebep olacak faaliyetler yapmak düşüyor. Her şeye rağmen Ramazan ruhu, feyzi, bereketi her şeyi kuşatırken bizler de nasibimize düşene talip olalım.

Ramazanları Ramazan tadın yaşayacağımız günlere erişmek duasıyla…


15 Nisan 2021/ Milli Gazete



https://www.milligazete.com.tr/makale/6944269/elif-ors/her-seye-ragmen-ramazan 

Ey Sakallı Hüsnü Amcam! Senin Verdiğin Oyun Bedelini Gazzeli Bebekler mi Ödeyecekti?

Her şeye her duruma rağmen bir bayramı geçirdik. Dilerdik ki, yeni bir tazeleniş olsun, bir muhasebe olsun hac günleri. Müslümanlar Allah’...