Bir gündelik koşuşturma içerisinde ömrümüzü mü tüketiyoruz? Yoksa Allah’ın yarattığı kullarının içinde “ahsen-i takvim” üzere yarattığı, şerefli kulları olarak mı yaşıyoruz? İmtihandan geçtiğimiz şu dünya hayatında yaratıldığımız yeryüzünde “halife” olma vazifesini yerine getirerek mi yaşıyoruz? Bu sorular her gün kendimize sormamız gereken sorular. Çünkü bir müslümanın şuurlu olduğunun ölçüsü dünyada yaratılmış olmasının sebebi olan halife olma vazifesini yerine getirmeye gayret etmesidir. Bir müslüman yaratılma fıtratı gereği; yaşadığı zamanda, yaşadığı coğrafyada tüm dünyada cereyan eden olaylardan sorumludur.
Yeryüzündeki Allah’ın halifesi olarak bilmem merak eder misiniz ara sıra; dünyada kaç kişi yaşıyor, günlük kaç doğum ve ölüm meydana geliyor? Bu insanların kaçta kaçı doğduğu fıtrat üzere yaşamına devam edebiliyor? Dünyanın durumu nedir? Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Dünyanın kaynakları ne kadar kaldı? Bu kaynaklardan kimler daha çok faydalanıyor? Bir günde ne kadar insan, temel besin kaynağı yiyeceğe ve temiz içme suyuna ulaşabiliyor? İnsanların kaçta kaçı temel ihtiyaçlarını karşılayabiliyor? İnsan olmaktan gelen hakları ihlal edilmeden hakkıyla yaşabiliyor mu? Erbakan Hocam her teşkilat dersine “Dünyanın Anatomisini” anlatarak başlardı. Ki yaşadığımız dünyanın bir fotoğrafını koyardı önümüze. Yani bir bakıma halife olarak sorumluluk alanımıza işaret ederdi. Sonra şuurlu müslüman nasıl olur, onu anlatırdı.
Yaşadığımız dünyanın bir fotoğrafını çekelim biz de. Dünyamızda yaklaşık yedi milyar sekiz yüz milyon insan yaşamakta. Bunların bir buçuk milyar kadarı müslüman. Yani dünyada halife olması gerekenler. Bir gün içinde ortalama ölen insan sayısı otuz bin civarı. Dünyada bir gün içinde doğanların sayısı da ortalama seksen bin civarı. 1 Ocak’tan itibaren dünyaya gelen insan sayısı yüz yirmi altı bine yakın. Dünyada aç insan sayısı sekiz yüz kırk sekiz milyona yakın. Yedi yüz yetmiş milyon civarı da obez insan. Dünyada yaşanan adaletsiz paylaşımın resmi. Bir gün içinde dünyada satılan cep telefonu bir milyon iki yüz on yedi bin civarı. İçecek suya erişimi olmayan insan sayısı yaklaşık sekiz yüz milyon. Bu yıl suya bağlı hastalıklardan ölenlerin sayısı yedi yüz altmış bin civarı. Dünyada her gün yaklaşık yirmi beş bin kişinin açlığa bağlı olarak hayatını kaybettiği kayıtlarda. Dünyamızın rakamsal hikayesi bu kısaca.
Bu rakamları neden yazdık? Her gün dünyaya İslam üzere doğan seksen bin insan geliyor. Seksen bin temiz insan. Yani eğer etraflarından İslam’ı öğrenebilirlerse halife olacak insan. Diğer yandan bizim fıtratını korumamız gereken seksen bin yeni müslüman. Hiç bu açıdan yeni doğanlara baktık mı? Her yeni doğan insan Muhammed Ümmeti olarak doğuyor. Biz bunun böyle olduğuna inanıyoruz. Yolundan gittiğimiz Paygember Efendimiz (sav) Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayetiyle şöyle buyurmuş: “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” Her gün doğan bu seksen bin insana sahip çıkmak için müslümanlar olarak ne yapıyoruz?
Dünyamızın rakamsal hikayesinin yanında bir de insan hikaylerine bakalım. Allah’ın özene bezene yarattığı kulları nasıl yaşıyorlar?
…
Uzak Doğu çay bahçeleri. Bir anne ve baba. Günlük iaşeleri için iş bulabildikleri çay bahçelerine gelmişler memleketlerinden. Kızlarıyla birlikte dam diyebileceğimiz bir evde hayatlarını sürüyorlar. Tek umutları kızlarının okuyarak bir yere gelmesi ve bu çay bahçelerinden kurtulması. Kızların günlük yaşamda ayağında ayakkabı bile yok. Çay bahçelerine çıplak ayaklarıyla gidiyor. Bir naylon terliği bile yok. Kızın hayali bir bisiklet. Çünkü okula giderken bulunuduğu yerden şehir merkezine artık yürümek istemiyor. Esas mesele ayakkabıya ya da ayağını doğanın hırpalamasından uzak tutacak bir eşyaya ihtiyacını göremiyor. Ailesinin kızlarına bisiklet alması için ise çalıştıklarından daha fazla çalışmaları gerekiyor. Ki zaten gün boyu çay bahçelerindeler. Kendilerinin içemediği dünyanın zengin uluslarına pazarlanan çay hasadındalar.
Kendi topraklarında insanca yaşama koşullarından uzak, kendine “dünyanın efendisi” diyenlere emeklerini, ömürlerin, topraklarını, terlerini harcayarak yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Bu sadece Uzak Doğu ya da Orta Doğu’da değil. Tüm dünyada insanlık kurulmuş sömürü çarkının dişleri arasında ezilmekte. Vatanları, toprakları, nesilleri, gelecekleri kanlı ya da kansız şekilde talan edilmekte. Yani Allah şerefli yarattığı kulları bir avuç insana kul köle edilmekte.
…
Diğer bir insan hikayesi ülkemizden. Büyük bir şehirin, oldukça da okumuş, görmüş olan bir şehrin; bir ilçesinin en büyük devlet hastanesinin acili. Bir hasta sedyesinin etrafı polislerle çevrili. Sedyede yatan intihara kalkışmış bir kadın. Kadının yanında tanıdık kimse yok. Hastane işlemlerini yabancılar hallediyor. Kıyafetlerini bile hayatta denk gelemeyeceği yabancılar sahip çıkıyor. İnithar raddesine gelene kadar hiç mi kimse o kişinin yüreğine, kalbine, aklına, umutlarına dokunmadı. Hiç mi hal hatır soranı olmadı. O kadar yardım kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, cemaatler, dernekler, hemşeri birlikleri varken! Hiç mi bir öğretmeni dünyada yaşamanın değerini anlatmadı? Hayata tutunacak hiç mi bir anısı olmadı. Bir gülüş, bir selam, bir çiçek, bir şarkı…
“Komşu komuşunun külüne muhtaçtır” atasözünü dünyaya katan bir toplumda nasıl yaşanır intihar vakaları? Bu insanlara hiç mi sahip çıkan olmuyor? Hani biz müslümanlar şuna inanıyoruz, sohbet kürsülerinde şunu anlatıyoruz: “Bir müslüman bulunuduğu yerde kırk ev önünden, kırk ev arkasıdan, kırk ev sağındanve kırk evde solundan sorumludur.” Bu sorumlu olduğumuz alanda kaç kişiyi tanıyoruz? Kaç komuşumuza selam veriyoruz? Kaçının dünyasında umut olup tutunacak dal oluyoruz?
…
Hiç bu kadar sahipsiz olmadı bu ümmet (Peygamber Efendimizin (sav) peygamberliğinden itibaren her kul peygamberin ümmetidir. Peygamberimizin (sav) davetine icabet edene ‘ümmeti icabet’; Peygamberimizin (sav) davetine icabet etmeyene de ‘ümmeti davet’ denir)! İletişim teknolojilerinin o kadar çok gelişmesine rağmen, iletişimde neredeyse zirveye ulaşmış olmasına rağmen kapı komşumuzda yaşanan olaylardan, acılardan bile haberdar değiliz. Burada ters karalasyon yok mu? Dünyada yaşanan zulümlere sağırız, en güçlü ses tesisatlarının olduğu zamanda. Gözlerimizin önünde insanlar doğranırken rahatlıkla kendi haftalık dizisini, haftalık futbol maçlarını seyretmekten vazgeçmiyoruz, Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs bağımsız olana kadar uyumadığını anlatırken. Başımızı ellerimizin arasında alıp düşünme vakti gelmedi mi? Ki biz müslümanlar ahirette hesap vereceğimize inandığımızı söylüyoruz. -Ki hesap günü en gerçek olan zamanımız olacak!-
…
Erbakan Hocamı ağlarken hatırlıyorum. Mikrofonların önünde sesi titreyerek konuşan Erbakan Hocam: “Dört yaşında ayağı yalın ayak bir çocuk. Hasta yaşlı annesine ekmek götürebilmek için, ekmek dağıtan arabanın arkasından çıplak ayakla, buz üzerinde dakikalarca koşuyor.” Erbakan Hocam, boğazına düğümlenen acıyı daha fazla içinde tutamıyor. Daha sonra dönüp teşkilatlardan bu meseleyi çözmek için “heyecan” beklediğini söylüyor. Dünyadaki bu sömürü sistemini dağıtmak ve yerine “Adil Düzen”in yaşandığı “Yeni Bir dünya”yı kurmak için tüm cehdlerini son güçlerine kadar harcamasını emrediyor.
Şunu da unutmayalım: Dünyada yılda üretilenlerin yaklaşık on üç milyar nüfusu besleyecek kadar üründür. Klasik iktisatçıların söylediği gibi ‘kaynaklar kıt’ değildir. Dünyada adil paylaşım yoktur. Bir yandan açlıktan ölenler , diğer yandan aynı oranda obeziteden ölenler…
Peki, başta kendi ülkemiz ve coğrafyamız olmak üzere tüm dünyada “Adil Düzen”i kurmamazın heyecanından bizi alı koyan nedir?
26 Kasım 2020/ Milli Gazete
https://www.milligazete.com.tr/makale/5751454/elif-ors/hic-bu-kadar-sahipsiz-kalmamistik
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder