Mart 04, 2021

Bıkmadınız mı Horoz Dövüşünden?

Dünya kurulduğundan beri toplum hayatına hiç bir güç siyaset kurumun yaptığı kadar dönüştürücü olamamıştır. Siyaset, toplumları en kısa zamanda istenilen şekilde dönüştürür. Gerek siyasi kurumların çıkarmış olduğu kanunlar, gerekse de siyasi aktörlerin hal ve davranışları toplumlara en hızlı tesir eden faktörlerdir. Bazen bu değişimi, dönüşümü siyaset peyderpey insan doğasına uygun bir şekilde fıtri olarak gerçekleştirir. Bazen de güç kullanarak, yasaklamaya yoluna giderek toplum yaşamındaki kuralları değiştirir, dönüştürür. Çoğu kişi toplumları dönüştüren kurumun eğitim olduğunu düşünür. Fakat eğitim uzun bir zaman diliminde bir etkiye sahiptir, siyaset ise kısa sürede toplumun her alanına nüfuz eder. Bu sebeple siyasi figür olarak toplumun önünde olan her kişi yapmalarına, etmelerine, sözlerine, ima ettiklerine dikkat etmelidir. 

2012 senesinde bir hastalıktan dolayı babam her gün ara vermeksizin şehrin tam teşekküllü hastanesinde dört boyunca iğne olmak zorundaydı. Her gün bu sebeple hastanenin aciline gidiyorduk. Orada sırada beklerken gözlemlediğim acile gelen insanlar oluyordu. Bazılarının hikayelerini oturup ta dinlerdim. Acili gözlemlerken dikkatimi çeken bir husus vardı. Maçların olduğunu acile geliş sayısı çok düşük oluyordu. Özellikle milli maçların oynandığı günler acildeki insan sayısı üç beş kişiyi geçmezdi. Bunun yanında dikkatimi çeken diğer durum ise acile kavga, gasp gibi konular sebebiyle yaralanma ile gelenlerin çok olduğu günler ülkede siyasilerin çatıştığını günleri oluyordu. Ülkenin gündeminde siyasilerin kavgaların olduğu günlerde acildeki insan sayısı da fazla oluyordu. Haberleri takip etmesem de acildeki vakalara göre ülke gündeminde ne olduğunu çözebiliyordum. Bu durum yüz yirmi gün boyunca onlarca kez doğrulandı. Siyasilerin yapmış oldukları en küçük bir olay toplumda bu kadar hızlı bir şekilde etki oluşturuyor.

Bu ülke siyasi kutuplaştırmalar yüzünden enerjisini, zamanını, emeğini boşa kaybetti. Bu çatışmalara binlerce gencini, geleceğini feda etti. Birilerinin siyasi ikbali uğruna kardeş kardeşe düşürüldü. Bazen dış güçlerin etkisiyle oldu bu olaylar ama uygulayıcıları bu ülkenin siyasileri oldu. Yıllarca ülkenin enerjisi sağ-sol denilerek, laik-şeriatçı denilerek, Kürt-Türk denilerek her dönem kendi rengine ve hedefine göre kavgalar alevlendirildi. Şimdilerde de yine bir kargaşa ortamına insalarımız çekilmek isteniyor. Siyasi liderlerin kullandıkları dil, birilerinin muhalif siyasetçilere saldırmasına kaynak oluyor. İnsanların evlerinin önünde dövülmelerine sebep oluyor. Sokak ortasında gazetecilerin saldırıya uğramasına, sosyal medyada insanların linç edilmesine yol açıyor. Ve bu maalesef bilinerek yapıldığı hissi uyandırıyor. Erbakan Hocam’ın dediği gibi milletimiz sürekli bir “horoz dövüşü”nün içine çekilmeye çalışılmakta. Güne uyandığımız her sabah ülkede yaşadığımız gerçekliği anlamadan uzaklaştıran bir sunni kavganın içinde buluyoruz kendimizi. Bin yıldır bu topraklarda adaletin temsilciliğini yapmış bir milletin evladı olarak diş kavuğunu doldurmayacak meselelerde birbirimizi yerken buluyoruz. Siyasette kullanılan dil her gün daha fazla insanımızın gönlünde yara açıyor. 

Siyasiler bir dönem daha iktidarda kalmak için bin yıldır kardeş olan bu toplumu birbirine düşürmeyecek, herkesi ve her görüşü kucaklayacak bir dil kullanmalıdır. Toplumu kötülüklere, kargaşaya sürüklemek yerine yeni kardeşlik örneklerinin görüleceği bir hayatı sağlayabilir siyasiler. Sadece halkın önünde olumlu, iyiliğe yöneltecek, güzel olan, adil olan, toplumun faydasına bir dil kullanarak, yani en basit bir işi yaparak. Ki Peygamber Efendimiz’i (sav) kendine örnek alan bir insan -siyasi olmasına gerek- “Ya hayır söyle. Ya sus!” hadisini her daim aklında tutmalıdır. Hele de toplum önünde milyonların ağzından çıktığı her söze baktığı kişiler bu hadisi her baktığında görebileceği noktaya asmalıdır. İnsanlar arasına ayrılık tohumları ekecek söylemlerden uzak durmalıdır. Bu dünyada milleti birbirine düşürerek elde ettiğiniz iktidar ve ulaştığınız menfaat ahirette hesabını veremeyeceğiniz ameliniz olur.

Milli Görüş Saadet Partisi’nin üç hedeften biri olan “Yeniden Büyük Türkiye” kurulurken biz Milli Görüşçüler bu ülkenin tek ferdini feda etmeden birlik ve beraberlik içinde çalışmaya inanan insanlarız. Gündelik siyasi kavgalarla kardeşliği ihlal edecek meselelere yol açmamak insani ve İslami bir zorunluluktur. Bu topraklarda bizden sonraki nesile bir miras bırakacaksak bu “kardeşlik” mirası olacaktır. Siyasiler toplumda bir değişim yapacaklarsa kardeşlik üzerinden yapmalıdırlar. Siyasete hakim olacak kardeşlik ve bütünleştirici dil ülkeye en hızlı etki edecek mesele olacaktır. Zira artık biz millet olarak bıktık horoz dövüşlerinden!


21 Ocak 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/6144357/elif-ors/bikmadiniz-mi-horoz-dovusunden

Aydın- Münevver Açığı

Çeşitli kurumlar ve hükümetler için miladi takvimin son günleri geçirilen yılın muhasebesini yapma “açıklarını” tespit etme zamanıdır, gelecek yılın planlamalarının yapmanın yanında. Bütçelerde ortaya çıkan açık her kurum için tehlike arz eder. Kapatılması gereken bir deliktir. Hükümetler için yönettiği milletine-vatandaşına; işyerleri patronlarına, çalışanlarına; diğer kurumlarda da sorumlu oldukları kişilere karşı hesabı verilmesi gereken zarardır. Kısacası nereden bakarsak bakalım “açık” duruma iyi gözle bakılmaz, toplum için zarar hanesine yazılır.

Maddi açıklar bir şekilde kapatılır; iyi niyetli, işinin ehli,  tıpkı önderi olan Hz. Peygamberi (sav) gibi emin/dürüst olan çalışan bulununca üstesinden gelinemeyecek açık yoktur. Bir de toplum açısından manevi alanda olan açık vardır ki; şu vakte kadar gündemlerimize gelmemiştir. En ihmal edilmemesi gereken açık manevi açık bir türlü gündelik yaşamın açığından yer açıp gündemimize gelememektedir. Çünkü en büyük açık “aydın-münevver insan” açığımız tahmin edilenden daha fazla açık. Bir toplumun hem meddi hem manevi yönündeki ihtiyaçlarına dikkat çekmesi gereken “aydın-münevver insan”ımız yok. 

İslam hayatı tüm yönleriyle ele alan ve çözüm üreten bir din iken İslam dinin mensupları bir kısır döngü içerisinde yaşadığı anı Müslümanca anlayıp yorumlamadan uzaktır. Yaklaşık son üç yüz yıldır içerisinde yaşadığı dünyayı idrak edemeyen bir toplum halindedir. Müslüman coğrafyalar ne yaşıyorsa son üç asırdır hep “maruz kalmak”tadır. Bitmeyen kan, gözyaşı, sömürü müslümanların yaşadığı coğrafyadadır. Tarih yapma gücünü kaybetmiş, ancak “zulmü duyurmak” konusunda çabalayan, acı müslüman kardeşlerine yara bandı olacak kadar gücü olan bir toplumdur, zulmü yeryüzünden kaldırmak yerine. Bu yaşananların en başlıca sebebi aydın-alim-münevver insan açığıdır. En basitinden tüm dünyanın imtihanı olan coronavirüsle ilgili müslümanca nasıl bakılacak, çözüm nasıl bulunacak etkili bir şekilde söyleyen tek “aydın-münevver” çıkmamıştır. 

Ülkemizin durumunu ben özetleyeyim, siz anlayın. Ülkemizdeki bir çok probleme, meseleye karşı aydınlarımızın-münevverlerimizin-yazarlarımızın-uzmanların tutumunu ancak o iş, mesele, problem ortaya çıktığında görüyoruz. Bir olaya karşı tepki verme, tavır ortaya koyma olay olduktan sonra akıllarına öncülerimizin geliyor. Örneğin toplum olarak, aile kurumu olarak bizi zedeleyen “İstanbul Sözleşmesi” meselesindeki aydınımızın tutumu. Avrupa Birliği uyum süreci ve ekonomik anlamda finans kapitalizme eklemlemek için değişen sistem sırasında, yapılan kanunların yapım aşamasında sesi çıkmayan aydınlarımız- entellerimiz-münevverlerimiz- yazarlarımız; konu ne zaman kendi içindeki topluma bıçak gibi batmaya başlayınca “İstanbul Sözleşmesi kaldırılmalı” çığılığını basmaya başladılar. Bu zaman zarfında (yaklaşık yirmi yıldır) “Ahlak ve Maneviyat”ı öncelemeyiz diyen Milli Görüş kurumlarına (Saadet Partisi’nden, tüm MİLKO’lara) sırtlarını dönerek yeni elde edilmiş medya köşelerinde, atandıkları bürokrasi koltuklarında yerlerini muhkemleştirirken toplumun başına bela olacak yasalarla ilgilenme fırsatları olmadı. Toplumun içine düştüğü buhranı göremediler. Şimdi kendi canları yanınca “Ateş evimize gir‘miş’!” diye bağırıyorlar. Tek bu örnek bile aydın açığının büyüklüğünü gösterir. Daha okul müfredatlarındaki milletin çocuklarını küresel sermayeye köle yapacak meselelere girmiyoruz bile.

Günümüzün aydınları-yazarları-öncüleri bulundukları Babil kulelerinden halka durmadan “uyarıyorum” diyerek konuşup diğer masada zamanın egemenleriyle muhabbet ederek “öncü nesil, yeni nesil” türküleri söylüyorlar. Hak ve hakikat için çalışan ve Türkiye’nin neredeyse her beldesine kadar teşkilatını kurmuş bir gençlik hareketi olan Milli Gençlik Vakfı’nın günümüz iktidar tarafından kapatılırken ses çıkarmayan sözde aydınların-yazarların-fikir (!) önderlerin şimdiki vaveylalarına inanalım mı? FETÖ’nün öğrenci evlerine ses çıkarmayıp her çalışması uluslararası çapta desteklenip Anadolu Gençlik’in her çalışması engellemeye çalışırken şimdi “Gençlik elden gidiyor, öncü gençlik kurmalıyız.” Sözlerini neresinden tutup yeni bir çalışma gayretine girelim? “Öncü gençlik-yeni nesil” mottosunu söyleyip, İslam’ın everensel değerlerinden bahsederken müslüman halkı Türkiye Cumhuriyet’i siyasi tarihi boyunca en çok Avrupa sevici iktidarın peşine takan yazarlara-öncülere-önderlere topluma verdikleri zararın hangisini anlatalım? Dünya çapında D-8 gibi bir kurumu oluşturmuş bir zihniyet varken, bunu zihniyete destek verip düşmanının bile evine bu esenliği koymak veren şimdi D-8’leri kuran Milli Görüş’e sahip çıkmayıp “Genç kuşaklarımızı kurda kuşa yem etmeyeceğiz; masonik baronik çetelerin elinden alacağız!” diyenlerin nesine kulak kesilelim?

Yeryüzünü kendine mescid kabul eden, hak ve adaleti insan nefesinin ulaştığı her dünya parçasına taşımayı görevi bilmiş, birilerinin takipçisi değil, İslam Birliği’ni kurmayı hedeflemiş, uluslararası çapta tüm insanlığın önderi olacak müslüman gençleri yetiştirmeyi gündeminden düşürmemiş, kendi değerlerini özümsemiş ve bu değerleri tüm insanlık için yaşanır kılmayı amaçlamış Anadolu Gençlik’i varken şimdi bunları görmeyip hedef saptıran aydın durumuna “aydın açığı” denmez de nedir?  

Hülasa toplumda meydana gelen tarihinden kopuk, dünyada olma amacını yitirmiş insanların var olmasının sebebi aydın-öncü denilen sınıfın oluşturduğu açıktır. Bu toplumda öncelikle aydın-münevver-öncü sınıf kendine gelmeli, aydın açığını kapatmalıdır. Daha sonra bizim milletimiz üzerine düşeni yapacaktır.  Tarihte birçok örneğinde olduğu gibi.


14 Ocak 2021/ Milli Gazete 


https://www.milligazete.com.tr/makale/6067668/elif-ors/aydinmunevver-acigi

Bu Sese Kulak Verin!

 Doksanlı senelerin ortalarıydı. Daha ilk okula gidiyordum büyük ihtimal. Bir haber geldi nereden geldiğini de hatırlamıyorum. O gün Eskişehir’in merkezindeki Çarşı Camii’nde gıyabi cenaze namazı kılınacaktı. Meğerse Ruslar Çeçen liderlerden birine suikast düzenleyerek şehit etmişler ve Türkiye’deki müslüman kardeşleri ülkenin bir çok ilinde gıyabi cenaze namazını kılarak Çeçen direnişçilere destek veriyorlarmış. Rusların zulmünü telin ediyorlarmış. Kılınan tek gıyabi cenaze namazı da değildi o günkü cenaze namazı. O senelerde böyle çok cenaze namazları, protesto mitingleri, basın açıklamaları yapılırdı.

Doksanlı seneleri hatırlarsak; benim hafızamda dünyadaki mağdur ve mazlum kardeşlerimiz için kermes yapma, program düzenleme, çeşitli fotoğraf sergileri açma dönemi olarak yer etmiş. Ülkenin geri kalanında İslam’a göre bir hayat geçirmeyi gaye edinenler için de hiç şüphesiz durum böyledi. Ülkemizdeki insanlarımız içlerindeki bulundukları maddi ve manevi zorluklara, sıkıntılara rağmen dünyadaki diğer kardeşlerini unutmazlardı. Çoğu kardeşimiz kendi evinin iaşesini düşünmez ümmet için ellerinden geleni yapardı. Bu bazen dünyada işlenen zulümlere toplumun geri kalanının dikkatini çekmeye çalışarak gündem getirme olurdu, kimi zaman dünyanın diğer yerlerindeki müslüman oluşumlara maddi destek sağlamak için çalışmak olurdu kimi zamanda Bosna ve Çeçenistan örneğinde olduğu gibi bizzat kendileri gidip diğer müslüman kardeşleriyle o hayatı paylaşmak olurdu. 

O gün Çarşı Camii’nin etrafı hınca hınç doluydu. Boyum kısa olduğu için kalabalığın nereye kadar uzandığını göremiyordum. Sosyal medyanın hatta cep telefonlarının olmadığı zamanlarda o kadar insan nereden haber alıp bir araya gelebiliyorlardı, hayreti mucip bir durum günümüzden bakınca. Şimdi de bir çok olay meydana geliyor, bir çok organizasyon mevcut, fakat o zamanlarda ortaya çıkan birlik ve beraberlik meydana gelmiyor, haliyle de toplumda istenen etki oluşmuyor. Sosyal medyada birkaç gözyaşı içerikli duygusal paylaşımlardan öteye geçemiyor. Teknolojik imkanlarında ruh ve hedef olmadan bir işe yaramadığını anlıyoruz ve bizzat yaşayarak tecrübe ediyoruz.

O günlerin üzerinden çok zaman geçti. Dünyanın gündemine yeni yeni zulümler, zulmün çeşitlerine de yenileri eklendi. Aşağı yukarı bir buçuk milyar müslüman olduğu söylenen dünyada hala müslümanlar bir ümmet olamadı. Dünyanın değişik coğrafyalarında kimisi canıyla, kimisi malıyla, kimisi sosyal hakkından mahrumiyetiyle kimisi de ülkemizde olduğu gibi “müslümanca” yaşayamamaktan muzdarip. Mazlum, mağdurlar can havliyle ellerinden geleni yapıyorlar ama nafile kıytırıktan bir youtuber sözü kadar gündemde kalamıyorlar. Doksanları hatırlayınca ahlanmamak elde değil.

Son haftalarda bir çığlık gündeme getirilmeye çalışıyor mazlum Doğu Türkistanlı kardeşlerimiz tarafından. Milli Gazete okuyucuları ve takipçileri bunları en sarih bilen kişiler ülkemizde. Bugün bu yazıda Çin ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından 2017 senesinde imzalanan “Çin-Türkiye suçluların İadesi Anlaşması” olacak. Bu anlaşma geçtiğimiz hafta Çin Halk Kurultayı tarafından onaylandı. Şimdi bizim Meclis’imizde onaylanması bekleniyor. Doğu Türkistanlıların temsilcileri olayı “Umarız TBMM'de reddedilir. Eğer onaylarsa Uygurların Çin'e iadesinin yolu açılıp Türkiye, Uygur soykırımının destekçesi konumuna düşer.” diyerek anlaşmanın mecliste onaylanmaması için kampanyalar düzenliyor. Uygurlu kardeşlerimizden gelen bu sese kulak verelim.

Çin’in kimi suçlu ve “terörist” olarak gördüğü açık seçik ortada iken nasıl böyle bir anlaşma meclis gündemine getirilebilir? Uygurların teslim edildiği zaman başlarına gelecek tüm dünya tarafından bilinirken böyle bir vahşete göz yumulabilir? Çin ile ne için ve ne adına böyle bir anlaşmaya varılır? Zalimden hayra dair ne beklenebilir ki? Zalim elindeki tüm imkanlarıyla hala Doğu Türkistan’da hem din açısından hem de ırk açısından kardeşlerimize şecaatlerine devam ediyor. Bu vahim yanlıştan yetkililerin en kısa zamanda vazgeçmelerini, Nisan 2019’dan beri Meclis’te tutulan bu kanun teklifini çekmelerini müslüman kardeşlerimiz ve tüm mazlumlar adına bekliyoruz. 

Aklıma doksanların ortalarındaki o gıyabi cenaze namazı geliyor yine. Cenaze namazına katılanların çoğu şimdi etki ve yetki sahibi. Çoğunu da isim isim tanırım. İşin acı tarafı o zaman zulme karşı duranlar şimdi bu kanunu Meclis’e teklif olarak sunanlar… Ne oldu “ümmet olma”, “ümmetin derdiyle dertlenme”, “mazlumların sesi olmanın” modası mı geçti? Maddi ve manevi sıkıntılar altında her mazlumun peşinden gidenler ellerine yetki ve etki geçince neden bu duruma geldi? 

Sözlerimizi Erbakan Hocamızın Irak işgalinin daha başlamadığı ve dünya kamuoyunun işgale alıştırılamaya çalışıldığı zamanlarda söylemiş olduklarıyla tamamlayalım: “Bunun için yer yerinden oynamalıdır. İnsan Irak faciasını rüyasında görse 70 kere tövbe etmesi gerekir. Amerika ve İsrail’in Siyonist politikaları için Iraklı kardeşlerimize bomba yağdırmanın vebaline ortak olmayın. ABD’nin yeni tekliflerini sakın Meclis’e getirmeyin. Biz müstemleke değiliz.” (Ülkelerin isimlerini mağdurların isimlerini değiştirerek okuyunuz. Değişen bir şey olmadığını göreceksiniz.)

 

Not: Sonradan yaptığım araştırmalar sonuncunda öğrendiğim o zaman kılınan gıyabi cenaze namazı Çeçen lider, Çeçen İçkerya Cumhuriyeti’nin ilk başkanlığını yapmış Caher Dudayev’indir. Tüm şehitlerimize bin rahmetle…


7 Ocak 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/6011836/elif-ors/bu-sese-kulak-verin

Sadakaya İade-i İtibar

 Sadaka son yıllarda mevcut siyasi iktidarın yanlış ekonomik uygulamalarından dolayı hafifsenmeye başlandı. Ülkeyi yönetmekte yetkiye sahip olanlar, ekonomi alanında yaptıklarıyla vatandaşlarının her birinin refah içerinde yaşayabileceği, başkasına el açtırmayacak bir düzen kurmakla yükümlüdür. Oysa yıllardır ülkemizde ekonomide meydana gelen krizlere çare olmak için vatandaşlarına çalışma imkanı sağlamak yerine bir takım günü kurtaracak ihtiyaçları verilme yolu tercih edildi. Bunun sonucunda da “sadaka ekonomisi” diye bağlamın tamamen koparılmış bir kavrama dönüştürüldü sadaka ibadeti. 

Sadaka zengin/fakir her müslümanın yapması gereken bir ibadettir. Peygamberimiz (sav) hadislerinde; her bir insanın, her bir organı için her gün verilmesi gereken bir sadakası vardır, buyurmuştur. Sadaka yaratılan insanın Allah’a karşı bir şükran ifadesidir. İnsana dünyada hangi sebeple var olduğunu hatırlatan bir ibadettir. Sadakanın kapsamında fakirlere-düşkünlere maddi yardımdan tutun, insanlara karşı adaletli davranmak; yolda kalmışlara yardım etmekten bir kişinin diğer bir kişiye gülümsemesine kadar birçok maddi ve manevi alanı kapsayan çeşitli yöntemler vardır. Yine Peygamberimiz (sav) diğer bir hadisinde “Yarım hurma ile de olsa ateşten korunun. Bunu da bulamazsanız, gönül alıcı güzel sözler söyleyin.” (Buhârî) diyerek sadakayı tanımlamıştır. Hadislerde bize bildirilenlere göre sadaka yetmiş çeşit belayı defeder. Yine Peygamber Efendimiz (sav) biz müslümanlara hastalıklarımızı sadaka ile tedavi etmemezi söyler. Sadakanın her hastalığı ve belayı defettiğini belirtir. Sıkıntılarımızı sadaka ile önlememesi tavsiye eder. Sadaka ibadetini benimseyip hayatının bir parçası haline getirmiş atalarımız da bu hadislerden yola çıkarak “Az sadaka çok belayı def eder.” demişlerdir. Kısaca günümüzde yaşayan insanların anlamasını kolaylaştırmak gerekirse, sadaka; insanların maddi/manevi sigortasıdır. 

Bir yıla yakındır sadece ülkemizde değil dünyada var olduğu söylenen bir musibeti yaşıyoruz; salgın hastalık kovid19. Bu hastalık ile ilgili tartışılan tüm konuları bir kenara bırakarak dikkatimizi şuraya çekmek istiyorum. Müslümanlar inançları gereği dünyayı, dünyada meydana gelen olayları diğer insanlar gibi anlayamaz, yorumlayamaz. Müslüman olmayanların baktığı gibi olaylara bakamaz. Bir müslüman daima diğerlerine göre daha fazla vecheden olaylara bakar. Fakat ülkemizde şahit olduğumuz manzara bu değil. Olayın an başından beri olayı ele alışımız sakat. Allah yokmuş (haşa) gibi bizim ve virüsün sahibinin Allah (cc) olduğunu unutmuş durumdayız. Başımıza her gelenin Allah’tan geldiğini gözardı eden konuşmalara şahidiz. Sanki tüm fiziki sebepleri yerine getirince o hastalık bize gelmeyecek gibi konuşuyoruz. Ve hastalığa karşı alınacak tedbirlere müslümanca bakamıyoruz. Önümüze servis edilen her şeyi tartışmasız kabul ediyoruz.

Diğer karşılaştığımız ise hastalığa karşı tedbirler meselesi. Kovid ortaya çıktığında beri bir çok kurumu ve kuruluşu dikkatle takip ediyoruz. Sağlı kurumlarından dini kurumlara kadar yetkili konumda olan herkesi dinliyoruz. Yetkililerin vatandaşa söyledikleri hastalığa karşı tedbir olarak fiziki alana dair: maske-temizlik-fiziksel mesafe. Bu tedbiri sağlık kurumlarının söylemesi tamam da, cami hoparlörlerinden diyanet yetkilileri tarafından söylenen tedbirler de bu: maske-temizlik-fiziki mesafe. Oysa İslam inancına göre alınan tüm fiziki tedbirlerinin yanında Allah’ın emri olan ve Peygamberimiz’in tavsiye ettiği sadaka gündeme getirilmeliydi. Bir müslümanın zaten temiz olmaması gibi bir durum söz konusu olamaz. Bir müslüman başına gelen olayları sadece maddi alanda da değerlendirip tedbir alamaz. Bir müslüman her fırsatta tövbe ederek ve sadaka vererek her türlü pisliklerden arınır. Başına gelen ger türlü belayı def etmek için Yaradanına sığınır. 

Yaşadığımız coğrafyaya bakarsak sadakanın birçok izlerini görürüz. Bizim atalarımız sadaka niyetine uzun yollara çeşmeler yaptırmıştır. Evlerinin küçük yerlerine kuşlar için evler inşa etmişler, sokaklarında hayvanları beslemişler, mezarlarının başlarına börtü, böcek, kuş susuzluğunu gidersin diye suluklar yapmışlar, kırık kanadı olan göçmen kuşları için vakıflar kurmuşlardır. Bir yola çıktıklarında “başlarının, gözlerinin sadakası olsun” için bağışlar yapmışlardır. Mahallelerinde “veren elin alan eli, alan elin veren eli” görmeyeceği “sadaka taşları” koymuşlardır. Bizim büyüklerimiz bir sevinçli haber aldığında “göz aydınlığı” olan, başlarına bir bela gelip kurtulduklarında şükür ifadesi olan sofralar kurmuşlardır. Çünkü onlar verenin de alanın da, tüm nimetlerinin sahibinin Allah’a olduğuna inanmışlardı. Sadakayı gündelik yaşamın parçası yapmışlardır. Bir düşünelim, belki başımıza gelen bu kadar afet hakkını teslim etmediğimiz kulların sebebiyledir!

Bir müslümanın gündelik yaşamında başucu sözü yapması gereken şu hadisi hatırlatarak sadakaya iade-i itibarını verelim: “İnsanın, her bir organı için, her gün verilmesi gereken bir sadakası vardır. İki kişi arasında adâletli davranman bir sadakadır. Binitine binerken birine yardım etmen, onu üzerine bindirmen veya yükünü onun üzerine yüklerken yardım etmen, bir sadakadır. Güzel bir söz de bir sadakadır. Namaza gitmek üzere attığın her adım bir sadakadır. Yoldan insanları rahatsız edici bir şeyi kaldırman da bir sadakadır.” (Buhârî)


31 Aralık 2020/ Milli Gazete 


https://www.milligazete.com.tr/makale/5939798/elif-ors/sadakaya-iade-i-itibar

Yürüyüşüne Devam Eden Lider: Aliya İzzetbegoviç

 Yaşadığımız sosyal medya ile daha fazla belirlenen hayatımızda gündemi oluşturan bir  konuda önemli gün ve haftalardır. Belli günlerde toplumun dertleri, sıkıntıları, mağdurları ile ilgili günlerde bir kaç twit atarız. Yine çok değer verdiğimiz önderler, sevdiğimiz kişilerin ölüm ya da doğum gümlerinde “İzindeyiz, askerleriyiz, yolun yolumuzdur” diyerek anarız. Ve o gün daha bitmeden gündemimizden düşer. Yeni gündem maddelerinden birinin peşine çoktan takılıp gitmişizdir. Biz bir değişiklik yapalım hiçbir anma gününe denk gelmeden yirminci yüzyılda müslümanların 'müslümanca var olması'nda, müslümanların derin bir hafızanın temsilcisi olduğunu hatırlatmasında öncü olan bir isme yer verelim: Aliya İzzetbegoviç.

Avrupa’nın tüm dünyayı demokrasinin temsilcisi, insan haklarının yılmaz savunucusu olarak kabul edildiği zamanda aslında hiç te değişen bir yanının olmadığını tüm dünyanın gözünün önüne seren Bosna-Hersek meselesi meydana geldi. Daha devleti bile tam olmayan Boşnaklar Avrupa’nın dördüncü büyük askeri gücünü ele geçiren Sırplar tarafından göz göre göre katledildiler. Hem de Sırp kapı komuşları tarafından. Boşnaklar düşmanın nereden geldiğini bile anlamadan kanlı bir tarih sahnesinde mağdur olarak yerlerini aldılar. Aliya İzzetbegoviç tarihten silinmek istenilen milletine öncülük ederek, liderlik yaparak “güneşin altında yerini hakkıyla” aldı.

Aliya çok genç yaşta Mladi Müslümani (Genç Müslümanlar)’a katılarak hayatına yön verecek görüşü belirlemiştir. Hayata dair derin okumalar yapmış, entelektüel bilgi birikimi elde etmiş, yaşadığı çağı, coğrafyayı, dünyayı sarih biçimde algılayarak müslümanca yaşamının derdini taşımıştır.

Liderler toplumun kabul olunmuş duaları gibidir. Milletler bir çıkmaza girdiklerinde önlerinde içlerinden çıkmış liderlerinin onlara gösterdiği yoldan giderek hayatta kalabilirler. Tarihte var olabilirler ve söz söyleyebilirler. Aliya, Boşnak halkı için en zor zamanda böyle bir işleve sahip olmuştur. Tüm doğal liderler gibi insan olduğunu unutmadan, yaşadığı toplumun gerçekliğini idrak ederek, halkına tepeden bakmadan, milletinin yaşadığı tüm acıları onlarla beraber yaşamıştır. Saraybosna’nı Sırp kuşatması altında olduğu, keskin nişancılara maruz kalındığı zamanlarda bile Saraybosna sokaklarında yürümüştür, bir cumhurbaşkanı olarak. Hiçbir korumanın arkasına sığınmadan, Sırp keskin nişancılarının hedefi olduğunu bile bile. Bir keresinde yine Saraybosna’nın saldırı altında olduğu bir anda böyle bir yürüyüşte Boşnak bir kadının “Başkanım, korkmuyor musunuz?” sorusuna “Elbette korkuyorum. Ama yürümek için nedenlerim var, bu uzun hikaye.” diyerek cevaplamıştır. Oysa ki bir cumhurbaşkanı olarak hele de bir savaş sırasında daha önemli işler yaptığı günlerde böyle yürüyüşlere çıkmadığında kimse onu yadırgamayacak ve böyle bir yürüyüşü yapmadığı için yargılamayacaktı.

Aliya her gerçek lider gibi devletlerin varlığını oluşturan insana bakışı "İnsanlar en büyük hazinemiz.” der. Ve her yüce gönüllü insan olarak “…insanlardan şüphelenmek yerine onlara inanın. Herkesin bir kusuru olabilir.” diyerek, önce o milletine güvenerek bütün Boşnakların güvenini sağlamış ve onların “dedo”su olmuştur. Dünya tarihinde çok az siyasi lidere nasip olan bir benimsenme halidir. “Her bireye ihtiyacımız var ve onlardan birçoğunu kaybettik. Eğer bir kimse, dürüstçe mücadele veriyorsa, iyi biridir.” sözleriyle yol arkadaşlarına tavsiyelerde bulunmuştur. Aliya’nın milletine olan bu güveni Erbakan’ın “Bu milletin külünü üflesen, altından iman çıkar.” düşüncesiyle de denk gelen düşüncenin tezahürüdür. Her büyük lider milletine, kendi insanına güvenir. 

Aliya’nın yaşamında o kadar çok zulüm görmesine, baskı yaşamasına, mağdur edilmesine rağmen mağdur edebiyatı yaptığına şahit olmuyoruz. O bir müslüman sorumluluğu ile ortaya koyduğu eylemlerin sorumluluğunu taşımıştır. Başına gelenlerden dolayı kimseyi suçlamadan, 'bir enkaz devleti devir aldığı'nı söylemeden imkanı olduğu ve aklı ile gönlünün yettiği kadarıyla yaşadıkları meseleleri çözmeye çalışmıştır. Boşnaklar tarihte benzerine zor rastlanacak bir soykırımla, bir milletin yok olmasına karşı uluslararası toplumun sadaka politikasına teslim olmadan, Bosna-Hersek’li müslümanlara teklif edilen “ya teslim olacaksınız ya da öleceksiniz!” dayatmasını ret ederek “üçüncü yol” olan “kendi olarak tarih sahnesinde var olmayı” seçtiler. Bu yol seçiminde ve bu yolda ilerlemede omuzlarına yüklenen yükün farkında bir liderle beraber yürüdüler. 

Aliya alışık olunan liderlerden farklı olarak insan olma yönünü ortaya koyan ve bundan gocunmayan bir liderdi. Bir Demokratik Eylem Partisi Kongresi’nde (SDA), toplantı salonunda fotoğraflarının asıldığını görünce “Bir şeyler söylemeden önce duvarlarda resimlerimin olduğunu ve resimlerimin oraya benim onayım olmaksızın asıldığını zikretmek istiyorum ve ilk verilecek arada, duvarlardan kaldırılmalarını rica ediyorum. Bu, bir sahte tevazu sorunu değil. Basitçe söylemek gerekirse, bu bizim adetimiz değil.”* 1994’de gerçekleşen bu olay ilkelerine, inançlarına bağlı insanların savaş gibi bir durumda bile gözardı etmediğinin en iyi örneği. Alkışlara, “evet efendimcilere” kulak asmayan liderlerin ortak özelliği. Mütevaziliğini ispat etmek için uğraşmamak. Yalın, sade bir insan olarak kendini kabul etmek.

Bilge Kral, Boşnakları yaşadıkları aklın alamayacağı zulümlere rağmen milletine umut vermek adına bile olsa milletine yalan söylememiş, hamasi sözlere teslim olmamıştır. Aliya’nın yaşadıkları olaylara çok gerçekçi bir bakışla baktığını görüyoruz. “Bu savaşta karşı tarafın üstünlüğü bariz bir biçimde ortadadır. Bunula düşmanın silah potansiyeli ile silah ve insan gücünü kastediyorum. Biz askeri dengeyi, halkımız ve ordumuzun sadece manevi gücü sayesinde dengede tutmayı başarıyoruz. Fakat savaş öncelikle fiziksel çarpışmadır ve burada ne hayallere kapılmalı, ne de etrafımızı yanıltmalıyız.” ifadeleriyle neyin yapılması ve neye sahip çıkılması gerektiğinin altını çizmektedir. İnancına sahip çıkmak ve maddi gücü de tamamlamak.

“İnsan olma”nın ve “insan kalma”nın Allah’a ve kendimize karşı sorumluluğumuz olduğunu sık sık vurgulayan İzzetbegoviç, “insan olma”nın ve “insan kalma”nın siyasi dilde karşılığının “hukuka dayalı bir devlet kurmak” olduğunu ifade eder. Aliya adaleti sadece mikrofonlar karşısında kitleleri etkilemek için konuşmasının konusu yapmadığını adaleti yerine getirmenin Allah’a karşı sorumluluğunu bir alanı gördüğünü savaşın en bulanık zamanlarında, gerekirse düşman güçlerine karşı bile göstermiştir. Haksız bir şekilde intikam almak için Boşnaklar tarafından öldürülen iki Fransisken papazının suçlularını tespit ettirip gerekli cezayı kesmiştir. Ve Aliya sık sık savaşı düşmanlar tarafından öldürüldüğünde değil düşmana benzendiğinde, onların ahlakıyla ahlaklandığında kaybedildiğini söylemiştir. “Hiç kimse intikam peşinde koşmamalı, sadece adaleti aramalıdır. Çünkü intikam sonu olmayan kötülüklerin de kapısını açar. Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın.” diyerek savaştan sonra Boşnakların nasıl davranması gerektiğini işaret etmiştir. En çok tekrarlanan şu sözünü ifade etmezsek Aliya’nın adalet anlayışını anlatmakta eksik kalmış oluruz: “Düşmanlarımıza gelince, onlara adaletten başka hiçbir şey borçlu değiliz!”

Yine bir SDA üyelerine yaptığı konuşmada savaş şartları diyerek hiçbir devlet memuruna haksız yere maaş verilmemesi, herkesin ailesini doyuracak kadar bir ücreti almasını istemiştir. Dış ülkelerde görevli olanların bile bu ücretlenme politikası ile çalıştırılmasını talep etmiştir. “Burada yaşayan bizler, yalnızca ailelerimizi doyurmak için çalışıyoruz. Doğrusu, sigara alabilecek kimseyi tanımıyorum. Bir başkan, eğer dürüstse, askerleri ile aynı yemeği yemelidir.” diyerek ölçüyü ortaya koymuştur. Biz oradaki “asker” vurgusunu “milleti, vatandaşı”nı da olarak anlayabiliriz. Hiçbir lider; hangi çeşit lider olursa olsun milleti açlıktan sebebiyle intihar ediyorsa bulunduğu makamda ziyafetler düzenlememelidir, o makamda var olan meseleyi çözmeden koltuğuna oturamamalıdır. Çünkü bizim geleneğimizde böyle bir uygulama yoktur. Ne ilk önderlerimiz olan peygamberlerin hayatında böyle bir uygulama vardır ne de peygamberleri örnek alan liderlerde.

Bu yazımızda kendinden sonra gelen nesillere de örnek olan bir hayatı yaşayan Bilge Kral’ın kimliğini hiçbir şartta saklamadığını, kendini inancını her yerde ifade ettiğini söyleyerek şu sözleriyle tamamlayalım: “Ben Müslümanım ve Müslüman olarak kalmaya kararlıyım. Bu hayatımın sonuna kadar böyle devam edecek. Çünkü İslam benim için iyi ve asil olmanın en doğru ifadesidir.”

Bin rahmetle…


*SDA Kongresi, Saraybosna, 25 Mart 1994


24 Aralık 2020/ Milli Gazete  


https://www.milligazete.com.tr/makale/5918798/elif-ors/yuruyusune-devam-eden-lider-aliya-izzetbegovic

Köle Olduktan Sonra…

 Müslümanlar neredeyse son üç yüz yılını kendi derdine dermanı başkalarının düşünce ve inanç dünyasında aramakla ömrünü, geleceğini tüketti. Resmi başlangıcını Tanzimat Fermanı’na dayandıracağımız artık dünyayı anlamakta ve çözüm olmakta kendi değer ve inançlarımızın yetmediği düşüncesi batıdan gelen her şeye ilaç gözüyle baktı. Askeri alandan, eğitim alanına; ekonomiden sosyal hayata batıdan gelen her fikri sorgusuz sualsiz doğru kabul edip uygulamaya çalıştı. 

Osmanlı’yı yıkılmaktan kurtarmak için batıdan çeşitli fikri akımlar ithal edip çözümler arandı. Ama başarılamadı. Batının karşısında ‘bizim medeniyetimiz yenildi’ düşüncesi Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kaldı. Türkiye bir teşehhüd miktarı oturup düşünebilseydi durum farklı olabilirdi. Fakat o olmadı bunu deneyelim, şu olmadı bu sefer şu türünü deneyelim diyerek bir yüzyıl geçti. Hep bir koşuşturmaca, hep bir kavga, hep bir kargaşa. Oturup ne haldeyiz düşünemiyoruz.  Ve hala batıdan ilaç diye verilen her şeyi, şifa bulma inancıyla kullanmaya devam ediyoruz. 

Bu ilaçlardan biri de feminizm oldu. Şu son günlerimizde tartışma çıkaran konu. Feminizm, Sanayi Devrimi sonrası ucuz işçi olarak kullanılan kadınların haklarını talep etmesi üzerine ortaya çıkmıştı. Batıdaki feminist çalışmalar feminist olalım diyerek değil; haksız şekilde sömürülen, aynı iş yapmasına rağmen aynı ücreti alamayan kadınların çalışması üzerine başladı. Yani Sanayi Devrimi’nin yıkıcılığında çıkan toplumdaki yaraları sarmak için. Sanayi Devrimi’nde erkek-kadın- çocuk demeden kocaman bir insan topluluğu heder edilidi. Batı zihni sadece dünyanın diğer milletlerini değil, kendi ülkelerindeki vatandaşlarını da sömürdü. Bir çok ortaya çıkan izm gibi feminizm de batını hasta sisteminin sonucu olarak doğdu. Çıktığı toplumda karşılığı olan bir akım.

Ülkemize dönüp baktığımızda feminizm diğer batıdan gelen akımlar gibi topraklarda var olan sonucu değil, batıdan taşınma usulü ile yer aldı. Ülkemizde her konuda olduğu gibi kadın konusunda da kendi toprağının meselelerini batının meseleyi çözme yollarında aradı. Ülkemizde en çok tartışılan konulardan biri olan batıdaki işçi sınıfının oluşmaması gibi feminist alt yapıda oluşmadı. Feminist çalışmalar Türkiye’de ilk önce üniversitelerdeki çalışmalarda konu oldu. Batıdaki kadınları taklit ederek; içeriğini, geçmişini anlamadan buldukları akademik çalışma alanında olan her şeyi hayata taşımaya çalıştılar. Oysa batıda hayatta olan sorunlar akademinin konusu yapılmış kendilerine göre çözüm aranmıştı. Feminizm her batılı akımda olduğu gibi çarpık bir bakışla hayatımıza, aile hayatımıza yön vermeye başladı. Ve gelecek nesilleri sadece ülkemizin değil, tüm insanlığı etkileyecek fecaat işlere imza atmaktalar. Hak savunma perdesi arkasında. 

Son zamanlarda ise feminizme karşı olmak üzere ülkemizde bazı tepkiler ortaya çıktı. Küresel güçlerden alınan desteğe dayanarak feminizm bayrağı altında yapılanlar milletimizin temeline dinamit koyan, aileyi ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalara dönüştü. Türkiye’deki feminist hareketin yaptıklarını sadece “kadına karşı şiddeti önlemek istiyoruz” mottosu altında ele alamayız. Özellikle son kuşak feministler dünyadaki temsilcileri gibi sadece ezilen kadınların hakkını savunmuyorlar. İlgilileri bu konuyu inceleyebilir. Bu konu başlı başına başka yazının konudur. 

Türkiye’deki bu feminist hareketlerine karşı olan haklı tepkiler dönüşüyor. Ve başka batı olan menizm akımına dönüşüyor. Ülkede kadın hakkını korumak adına çiğnenen fıtri olandan uzaklaşılarak yapılanları bu sefer diğer taraftan yapılarak fıtri olandan uzaklaştırılıyor. Yanlış bir tepki ile ortaya çıkan feminizm başka yanlış reaksiyona dönüşüyor. İşin kötüsü bunu yapanlar kendilerine İslam'ı referans aldıklarını iddia ediyorlar. İki kesiminde kullandıkları dil, söylem birbirinin aynı. Feministler kadın haklarını savunuyoruz diyerek sömürü sisteminin değirmenine su taşırken, diğer yandan ‘feministlere karşı  oluyoruz, küresellere boyun eğmeyeceğiz’ diyerek yine sömürü sisteminin değirmenine su taşınıyor. Bir teşehhüd miktarı düşünüp olaylara bakılsa çözümü bulacağız oysa. 

Feminizm ne ise menizm de odur beyler, bayanlar!

Bir haksızlığa karşı çıkmak için bölünmüş hak anlayışına takılmak zorunda değil insanlık! Bir yanlıştan diğer yanlış anlayışına savrulmak ta çözüm değil. Allah’ın indirdiği çözüm o kadar basit, o kadar net ortada iken başka sularda gemi açmak millet gemimizi alabora edecek.

Erbakan Hocam zamanında “Sömürüldükten sonra Kürt olsan ne olur, Türk olsan ne olur?” demişti. Yaşadığımız, özellikle son yirmi yılda yaşadığımız zamanda parçalanma artık aile bireylerimize kadar indirildi. Ümmetliğimiz parçalandı, devletlerimiz parçalanadı, topraklarımız parçalandı, hepimize bir etiket yapıştırılıp düşmanlaştırıldık. Şimdi ise dünyada insanın yaşamının devamı olan kadın-erkek parçalanmasına geldi. Yani, Allah’ın şerefli yarattığı insan parçalanıyor. 

Artık yaşadığımız zaman şunu söyleyebiliriz: "Sömürüldükten sonra erkek olsan ne olur kadın olsan ne olur?" İslam ülke liderlerinin eliyle imzalanan, uygulanan her uluslararası çalışma insanlığı sömürme aracıdır. Kadınıyla, erkeğiyle, genciyle, yaşlısıyla, fabrikada çalışan işçisiyle, üniversitedeki akademisyeniyle tüm toplum oturup bunu konuşmalı. Zannımızca konuşulması gereken mesele de budur!


17 Aralık 2020/ Milli Gazete 


https://www.milligazete.com.tr/makale/5890615/elif-ors/kole-olduktan-sonra

Dizi Dizi Köksüzleştirme

 Geçen hafta yazımızda toplumumuzun karşı karşıya olduğu asıl tehlikenin “hafızasızlaştırma/kimliksizleştirme” olduğundan bahsetmiştik. Bu kimliksizleştirme işlemi şehirlerimizin tarihi bağlamından koparılmasıyla her gün zorunlu bir şekilde muhatap olduğumuz çevre üzerinden zihinlerimizde gerçekleştiriliyor diyerek özetlemiştik. Toplumların kimliksizleştirilmesinde ve hafızasızlaştırılmasında tarih bilgisinin değiştirilmesi, geçmiş tarihin yeniden inşa edilmesi de diğer bir kimliksizleştirme yöntemdir.  

Bir milleti millet yapan bir millete kimlik kazandıran en önemli etken o milletin tarihidir. Günümüzde nasıl var olduğumuzu anlamak istersek bunu cevabı için dönüp tarihimize bakmak zorunda kalırız. Nasıl ki, bir insanın DNA’sı bir önceki neslin kodlarını bir sonraki nesle iletiliyorsa, bir milletin geçmişi, tarihin de oluşturduğu kodlar da gelecek nesillere aktarılıyor. Çoğu toplum bu taşıdığı kodların farkında olmadan yaşıyor. Gelenek diyor, görenek diyor, yaşatmaya devam ediyor. Bir milleti de diğer toplumlardan ayırıp kimlik kazandıran tarihten getirdiği davranışları, sözleri, düşünüş şekilleri, ifade tarzları oluyor.

Tarih dediğimiz mesele ise her zaman toplumları yönetmek isteyen güç odakları tarafından özellikle ele alınmıştır. Hatırlayalım, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ilk kurulan kurumlardan biri Türk Tarih Kurumu’dur. Ve vazifesi resmî tarihi oluşturmaktı, tarihi yeniden inşa etmekti. Anadolu’nun geçmişini anlatmak değil, istenilen ulusu oluşturmak için bir tarih yazımıydı.

Günümüzdeki batıya eklemlenmiş iktidar ise tarihi yeniden inşa etme meselesini, topluma daha fazla mal edecek şekilde diziler üzerinden yapmakta. Bazen iktidar direk kendi desteklediği projelerle bazen de başka kişi ve kurumların yaptığı tarihi filmlere izin vererek icra etmekte. Bilimsel kayıtlarda bir sayfa bilgi olan tarihi şahsiyetlerin üzerinden yıllarca devam eden bir tarih oluşturulmakta toplum hafızasında. (‘Bizdenmiş gibi’ tarihi değerlerimizi canlandırıyor diyerek milletimiz tarafından şevkle ve aşkla sahiplenilmesinin sebebi ise yıllardır iktidarların durmadan milletimizin inançları ve değerleriyle çatışan bir dil seçmesidir.) 

Şimdi bazıları “Aman ne var bunda, dizi yapımcıları kendilerince bir sanat icra etmeye çalışıyorlar. Her şeye de bir kulp bulmayın!” diyecek. Fakat şunu gözden kaçıramayız. Kitleler gerçek ve gerçeğin yeniden tasarımı konusunda düşünmezler. Dizilerin etki çalışmalarına baktığımızda çoğu dizi izleyicilerini, izlediklerinin bir senaryo ve kurgu olduğunu farketmediklerini gösteriyor. Bu da karşımıza dizilerde yansıtılan illüzyonun gerçek olarak anlaşıldığı, dizide işlenen kurgunun gerçekten yaşandığını düşündükleri sonucuna ulaştırıyor. Gerek devlet televizyonunda gerekse de özel televizyon ve son zamanlarda farklı platformlarda yayınlanan tarihi dizilerin milletimiz nezdinde bir hakikat olarak algılandığını görüyoruz, maalesef ki! Bunun sonuncunda ise karşı karşıya kaldığımız hafızasızlaştırmanın diğer yönü hafızanın manipüle edilmesi oluyor. 

Geldiğimiz nokta şurasıdır: Toplum hafızasını inşa etme sürecinde televizyon dizilerinin, iktidarların ve iktidar sahiplerinin yaptıklarına karşı toplumda rıza üretme aracı olarak kullanıldığı. Bu rızayı sağlarken de toplumun hafızasını manipüle etme. İktidar ‘tarihimizi anlatıyor, şanlı geçmişizi gelecek kuşaklara taşıyoruz’  kılıfıyla güncel olarak ürettikleri politik hadiseleri tarihi konularla ilişkilendirerek tarihi şahsiyetler üzerinden kendini temize çıkartmaya çalışmakta. Yaptıkları kötülüğün farkındalar mı bilemiyoruz fakat karşılaştığımız tablo batmış bir ekonomiden çok çok fazla berbat bir vakıa. Gelecek kuşakların elinden gerçeği alıyorlar, hafızasını siliyorlar ve kimliksizleştiriyorlar.

Oysa ki, Erbakan’ı ve Milli Görüş’ü küresel güçlerin gözünde tehlikeli yapan konu “Yaşanabilir Türkiye, Yeniden Büyük Türkiye ve Yeni Bir Dünya” diyerek üç başlıkta özetlediği hedeflerindeki “Yeniden Büyük Türkiye” ifadesidir. Buradaki “Yeniden Büyük Türkiye” ifadesiyle Erbakan tarihimize dikkat çekiyordu. Erbakan ve Milli Görüş “Yeniden Büyük Türkiye” derken var olan sömürü sistemine eklemlenmeyeceğini, Anadolu’daki bin yıllık geçmişten ve tarihin başlangıcına dayandırdığı “Hak” kavramı üzerinden işler yapacağını ilan ediyordu. Milletimize şanlı tarihini hatırlatarak hafızasını harekete geçirmeye çalışıyordu. “Biz bir toplu iğne üretmeyiz.” Mottosuna inandırılmış ülke evlatlarına karşı bizim geçmişte üç kıtaya adalet götürdüğümüzü, şehirleri ihya ettiğimizi hatırlıyordu. Güç dengelerinin değişmesiyle değişmeyecek olan “Hak” kavramını savunurken köksüz olmadığını dosta düşmana açıklıyordu. İnsanın kimliği olan hafızasını tazeliyordu. 

Günümüzde “mehter marşı”nı verip, toplumu coşturup oyalarken tarihi önemsiyor simülasyonu ile milletimiz küresel güçlerin çizdiği kimliğe alıştırılıyor. Sorgulamayan, soru sormayan, yaşadığı dünyanın gerçeği anlayamayan  bir kitle oluşturuluyor. Ekranlarda gördükleriyle “büyük fotoğrafı” gördüklerine inandırılan kitle dünyadaki bulunma sorumluğundan uzaklaştırılıyor. 

Bütün bunlardan kurtulmanın bir yolu yok mu? Tabi ki var. Herkes niyetini düzeltsin ve ahirette hesap vereceğini hatırlasın. Hangi alanda olursa olsun, özellikle iktidar sahipleri bunu yapmalı. Kişilerin yaptıklarının hesabı kişiyi etkilerken, iktidar-güç sahiplerinin yaptığı toplumun hepsini ve gelecekteki nesilleri de etkiler. 


10 Aralık 2020/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/5869433/elif-ors/dizi-dizi-koksuzlestirme

Mart 03, 2021

Tehlikenin Farkında mıyız?

 

Kimlik, insanın var oluunu tanımlayan, insanın aitlik duygusunu tatmin eden, dieri ile farklılıklarını (Farklı olmak sorun deildir. Allah her bir kulun parmak izine kadar herkesi farklı; biricik olarak yaratmıtır. Biricik yaratılanı tek tipletirme Allah’ın yarattıına aykırıdır.) ait olduu toplum ile benzerliklerini ifade eden, dünyada ne için var olduunu tanımladıı bir anlam alanıdır. Kimlik kiinin tüm özelliklerini kapsar. Kiinin toplumda sergiledii duru, onun toplumda algılanması kimliinin iaretidir. Kimlik tarih boyunca milletlerin kazandıı bir deneyim birikimidir. Kimlii oluturan çeitli faktörler, çeitli etmenler vardır. Anadolu corafyasının kimliini oluturan ana harç ise inancıdır. Yani slam’dır. Son bin senedir bu topraklar slam’ın diriltici nefesiyle yorulmutur.

Yeni nüfus cüzdanlarında “Din” hanesinin kaldırıldıını örenen “eski toprak” bir hanım teyze nüfus cüzdanın deitirilmesini, deitirmenin sonu gelene kadar erteleyeceini söylüyor. Gerekçesi kimliinde bari slam yazması. Ülkede yaanan olaylardan sonra slam’a aykırı olarak Avrupa Birlii’ne uyum sürecinde çıkarılan kanunlardan (zinanın suç olmaktan çıkarılmasından Allah’ın lanetledii hareketlerin merulatırılmasına kadar her alanda balatılan toplumu dönütürme faaliyetleri) mütevellit bir kâıt üzerinde de olsa kimlik baının devamını salamayı arzu ediyordu. Zira Bosna’da sadece isminin Müslüman olmasından dolayı insanların katledilmesine ahit olmunesildendi.

Farkında mıyız, emin deilim ama yaadıımız en büyük tehdit kimliksizletirme. Günlük yaamda bir günde meydana gelen, gazetelerin üçüncü sayfalarında yer alan haberlerde gördüklerimize aırarak, “Bunu yapan bu milletin evladı olamaz!” oluyor. Temiz yaratılan bu insanlar, slam’ın beii olmubu topraklarda nasıl oluyor da bir vahiye dönüüyor, ahlaksıza dönüüyor, insanlıktan çıkıyor? Yüzyıllardır “adaletin bayraktarlıını” yapmıbir milletin torunları nasıl oluyor da en yakınının bile hakkını gasp etmekten rahatsız olmaz seviyeye geliyor? Bunların hemen hemen tek sebebi var bu ülkenin çocukları kimliinden koparıldı.

Resmi balangıcı olarak Tanzimat Fermanı’na kadar gideceimiz Batılılama çalımalarının sonuçlarıdır yaadıklarımız. Neden yaratıldıı unutturulan, gündelik telâe içinde ömrü tükettirilen bir millet! Batılılama ya da kimliksizletirme özellikle 2000’li yıllardan sonra Batı’nın bile beklemedii bir hızda gerçekleti. Sonuç ortada. Herkesin ikâyet ettii bir toplum.

Son 18 yıldır yaadıımız her eyden öte bir “kimliksizletirme” hareketidir. Geçtiimiz yüzyılın ortalarından beri kapısından ayrılmadıımız Avrupa Birlii’ne girebilmek için -hatta özel bakanlık kurulan- deitirilen kanunlar, çıkarılan uyum yasaları millet olarak toplumsal hayatımızdan aile hayatımıza yeni ekil verdi. Bu verilen ekilde u an artık düünme biçimimize ve yaam eklimize evriliyor. Bu kimliksizletirme meselesi ise kötüye giden ekonomiden, dıpolitikadan daha köklü daha tesirli, belki gelecek önümüzdeki nesilleri etkileyecek güçte bir olaydır. çine yuvarlandıımız saçma sapan gündelik kavgalardan baımızı kaldırmazsak meydana gelecek olayların vebalini taıyamayız.

Bir toplumda, kimliksizletirme toplumları hafızasızlatırma ile yapılır. nsana kimliini veren hafızasıdır. Bir insanı, bir milleti, bir toplumu u an olduu konuma getiren tarihten getirdii birikimdir. Bir dizide Alzheimer hastalıına yakalandıını örenen oyuncu, “Bütün hatıralarım, bütün hayatım, her ey silinip gidecek. Ben ne olacaım? ahsiyetim ne olacak?” derken insana kimlik kazandıran eyin hafızası olduunu en güzel ekilde anlatır. Bir milleti millet yapan da toplumsal hafızasıdır. Bizim toplumsal hafızamız gerek medya içerikleriyle gerek okullardaki müfredatlarla siliniyor. Fakat son zamanlarda toplumsal hafızamıza en büyük darbe “kentsel dönüüm, TOKleme” ile ehirlerimize yapılmıtır.

Kentsel dönüüm diyerek ehirlerimiz bir yandan betona gömülürken dier yandan tarihsel hafızamızı oluturan ehir yapımız yok edilmitir. Bütün sokakları camiye çıkan mahalle yapımız yıkılmıtır. Cami merkezli yani inanç merkezli ehirlerimiz AVM merkezli olmutur. Artık Anadolu’da pek küçük ehrimizde AVM’lerin etkisi altında. Mahalle sistemimiz tahrip edilmitir. nsanların birbirine destek olduu, kol kanat gerdii, komunun çocuunu kendi çocuu gibi sarıp sarmaladıı mahalle sistemimiz yıkılmıtır. Mahalle yerini giriinde dostuna, misafirine kimlik soran “site”lere bırakmıtır. Artık, “Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak” (smet Özel) için kapıya ulaana kadar ‘sitenin güvenlii’ni amak, kimliinizi ibraz etmek zorundasınız. Müstakil, genellikle küçük bir avluya sahip, komunun evinin üstüne gölgesini düürmeyen ev kurma zihniyetinden evrilip; ‘daha dar alanda ne kadar rant devirebilirim?’ düüncesiyle hayatı ilk defa tanıdıımız, arkadaı, komuluu, bakasının acısıyla acı çekmeyi, bakasının mutluluu ile mutlu olmayı örendiimiz; sokaklarımız, mahallelerimiz; çocukluumuzun aziz hatıraları müteahhitlerin ellerine terk edildi. Uzun yaz günlerinde gölgesinde soluklandıımız aaçlarımız otoparklar için söküldü. ehrin anıt binaları, insanların zihin haritasında yer eden, kimliinin ifadesi olan camileri rezidansların gölgesinde kalmıtır.

Ülkemizde her türlü kimliksizletirme faaliyetinden bahsedilirken en önemli kimlik ifadesi olan ehirlere, deien yapı ekillerine, ev türlerine deinilmemekte. En büyük hafızasızlatırma “kentsel dönüüm” altında yapılmakta. Artık ehirlerimiz ne bizim ehrimiz ne de Batı’nın kenti. Kentsel dönüüm adı altında yüzyıllık ehirlerimiz betondan blokların içinde kaybolmakta.

Bu konu üzerinde neden bu kadar nefes tüketiyoruz? Çünkü insanın kimliinin oluumunda yaadıı çevre en önemli faktördür. Bir insanın çevresini -hem mimari, hem insan- ne oluturuyorsa zamanla kimlii haline gelir. nsan her zaman muhatap olduu beinsanın ortalamasıdır. nsan arkadaının dinindendir dediimiz çevremizde insan arkadalarını seçebilir. Zamanla arkadalarını deitirebilir. Fakat yaadıı ehirde ister istemez maruz kaldıı mesajlar zamanla insanın kimliinin parçası haline gelir. nsanın kimliini oluturmada, içinde bulunduu ehrin havası, suyu, insanları, adetleri, mimarisi gibi her ey etkendir. nsanlarımızın gazetenin üçüncü sayfalarına konu olmasına sebep davranılarının temelinde yaadıkları ehrin insanın kimliine kattııdır. Dikkatli ekilde bakarsanız haberlere, bazı ehirler bazı suçlarla anılır.

Kısaca diyeceklerimizi özetlersek; TOKve gökleri delen rezidanslar sadece topraa beton dökmek deildir. TOK’ler toplumu hafızasızlatırma hareketidir. Tarihinden koparma hareketidir. Hafızasızlaan toplumlar kimliksizleir. Bu ilerin mehter eliinde yapılması da, sadece milletimizi ayakta uyutulması, ceplerinin ve zihinlerinin boaltılmasıdır.

Erbakan Hoca’mızın tanımıyla bu milletin inancı, tarihi kimlii, ruh kökü olan Milli Görü’ün müntesipleri “kimliksizletirme” meselesini öncelemesi gerekmektedir. Zira Aliya zzetbegoviç’in dedii gibi: “Biz savaı öldüümüz zaman deil, dümanlarımıza benzediimiz zaman kaybederiz.”

Not: Eskiden vatandaımızı belgeleyen belgenin adı “nüfus cüzdanı” iken yenisinde “kimlik kartı” yazıyor. Ama bu kartta benim (yani milletin) kimliimi ifade eden unsur yok.  


3 Aralık 2020/ Milli Gazete

https://www.milligazete.com.tr/makale/5842407/elif-ors/tehlikenin-farkinda-miyiz

Ey Sakallı Hüsnü Amcam! Senin Verdiğin Oyun Bedelini Gazzeli Bebekler mi Ödeyecekti?

Her şeye her duruma rağmen bir bayramı geçirdik. Dilerdik ki, yeni bir tazeleniş olsun, bir muhasebe olsun hac günleri. Müslümanlar Allah’...