Yaşadığımız sosyal medya ile daha fazla belirlenen hayatımızda gündemi oluşturan bir konuda önemli gün ve haftalardır. Belli günlerde toplumun dertleri, sıkıntıları, mağdurları ile ilgili günlerde bir kaç twit atarız. Yine çok değer verdiğimiz önderler, sevdiğimiz kişilerin ölüm ya da doğum gümlerinde “İzindeyiz, askerleriyiz, yolun yolumuzdur” diyerek anarız. Ve o gün daha bitmeden gündemimizden düşer. Yeni gündem maddelerinden birinin peşine çoktan takılıp gitmişizdir. Biz bir değişiklik yapalım hiçbir anma gününe denk gelmeden yirminci yüzyılda müslümanların 'müslümanca var olması'nda, müslümanların derin bir hafızanın temsilcisi olduğunu hatırlatmasında öncü olan bir isme yer verelim: Aliya İzzetbegoviç.
Avrupa’nın tüm dünyayı demokrasinin temsilcisi, insan haklarının yılmaz savunucusu olarak kabul edildiği zamanda aslında hiç te değişen bir yanının olmadığını tüm dünyanın gözünün önüne seren Bosna-Hersek meselesi meydana geldi. Daha devleti bile tam olmayan Boşnaklar Avrupa’nın dördüncü büyük askeri gücünü ele geçiren Sırplar tarafından göz göre göre katledildiler. Hem de Sırp kapı komuşları tarafından. Boşnaklar düşmanın nereden geldiğini bile anlamadan kanlı bir tarih sahnesinde mağdur olarak yerlerini aldılar. Aliya İzzetbegoviç tarihten silinmek istenilen milletine öncülük ederek, liderlik yaparak “güneşin altında yerini hakkıyla” aldı.
Aliya çok genç yaşta Mladi Müslümani (Genç Müslümanlar)’a katılarak hayatına yön verecek görüşü belirlemiştir. Hayata dair derin okumalar yapmış, entelektüel bilgi birikimi elde etmiş, yaşadığı çağı, coğrafyayı, dünyayı sarih biçimde algılayarak müslümanca yaşamının derdini taşımıştır.
Liderler toplumun kabul olunmuş duaları gibidir. Milletler bir çıkmaza girdiklerinde önlerinde içlerinden çıkmış liderlerinin onlara gösterdiği yoldan giderek hayatta kalabilirler. Tarihte var olabilirler ve söz söyleyebilirler. Aliya, Boşnak halkı için en zor zamanda böyle bir işleve sahip olmuştur. Tüm doğal liderler gibi insan olduğunu unutmadan, yaşadığı toplumun gerçekliğini idrak ederek, halkına tepeden bakmadan, milletinin yaşadığı tüm acıları onlarla beraber yaşamıştır. Saraybosna’nı Sırp kuşatması altında olduğu, keskin nişancılara maruz kalındığı zamanlarda bile Saraybosna sokaklarında yürümüştür, bir cumhurbaşkanı olarak. Hiçbir korumanın arkasına sığınmadan, Sırp keskin nişancılarının hedefi olduğunu bile bile. Bir keresinde yine Saraybosna’nın saldırı altında olduğu bir anda böyle bir yürüyüşte Boşnak bir kadının “Başkanım, korkmuyor musunuz?” sorusuna “Elbette korkuyorum. Ama yürümek için nedenlerim var, bu uzun hikaye.” diyerek cevaplamıştır. Oysa ki bir cumhurbaşkanı olarak hele de bir savaş sırasında daha önemli işler yaptığı günlerde böyle yürüyüşlere çıkmadığında kimse onu yadırgamayacak ve böyle bir yürüyüşü yapmadığı için yargılamayacaktı.
Aliya her gerçek lider gibi devletlerin varlığını oluşturan insana bakışı "İnsanlar en büyük hazinemiz.” der. Ve her yüce gönüllü insan olarak “…insanlardan şüphelenmek yerine onlara inanın. Herkesin bir kusuru olabilir.” diyerek, önce o milletine güvenerek bütün Boşnakların güvenini sağlamış ve onların “dedo”su olmuştur. Dünya tarihinde çok az siyasi lidere nasip olan bir benimsenme halidir. “Her bireye ihtiyacımız var ve onlardan birçoğunu kaybettik. Eğer bir kimse, dürüstçe mücadele veriyorsa, iyi biridir.” sözleriyle yol arkadaşlarına tavsiyelerde bulunmuştur. Aliya’nın milletine olan bu güveni Erbakan’ın “Bu milletin külünü üflesen, altından iman çıkar.” düşüncesiyle de denk gelen düşüncenin tezahürüdür. Her büyük lider milletine, kendi insanına güvenir.
Aliya’nın yaşamında o kadar çok zulüm görmesine, baskı yaşamasına, mağdur edilmesine rağmen mağdur edebiyatı yaptığına şahit olmuyoruz. O bir müslüman sorumluluğu ile ortaya koyduğu eylemlerin sorumluluğunu taşımıştır. Başına gelenlerden dolayı kimseyi suçlamadan, 'bir enkaz devleti devir aldığı'nı söylemeden imkanı olduğu ve aklı ile gönlünün yettiği kadarıyla yaşadıkları meseleleri çözmeye çalışmıştır. Boşnaklar tarihte benzerine zor rastlanacak bir soykırımla, bir milletin yok olmasına karşı uluslararası toplumun sadaka politikasına teslim olmadan, Bosna-Hersek’li müslümanlara teklif edilen “ya teslim olacaksınız ya da öleceksiniz!” dayatmasını ret ederek “üçüncü yol” olan “kendi olarak tarih sahnesinde var olmayı” seçtiler. Bu yol seçiminde ve bu yolda ilerlemede omuzlarına yüklenen yükün farkında bir liderle beraber yürüdüler.
Aliya alışık olunan liderlerden farklı olarak insan olma yönünü ortaya koyan ve bundan gocunmayan bir liderdi. Bir Demokratik Eylem Partisi Kongresi’nde (SDA), toplantı salonunda fotoğraflarının asıldığını görünce “Bir şeyler söylemeden önce duvarlarda resimlerimin olduğunu ve resimlerimin oraya benim onayım olmaksızın asıldığını zikretmek istiyorum ve ilk verilecek arada, duvarlardan kaldırılmalarını rica ediyorum. Bu, bir sahte tevazu sorunu değil. Basitçe söylemek gerekirse, bu bizim adetimiz değil.”* 1994’de gerçekleşen bu olay ilkelerine, inançlarına bağlı insanların savaş gibi bir durumda bile gözardı etmediğinin en iyi örneği. Alkışlara, “evet efendimcilere” kulak asmayan liderlerin ortak özelliği. Mütevaziliğini ispat etmek için uğraşmamak. Yalın, sade bir insan olarak kendini kabul etmek.
Bilge Kral, Boşnakları yaşadıkları aklın alamayacağı zulümlere rağmen milletine umut vermek adına bile olsa milletine yalan söylememiş, hamasi sözlere teslim olmamıştır. Aliya’nın yaşadıkları olaylara çok gerçekçi bir bakışla baktığını görüyoruz. “Bu savaşta karşı tarafın üstünlüğü bariz bir biçimde ortadadır. Bunula düşmanın silah potansiyeli ile silah ve insan gücünü kastediyorum. Biz askeri dengeyi, halkımız ve ordumuzun sadece manevi gücü sayesinde dengede tutmayı başarıyoruz. Fakat savaş öncelikle fiziksel çarpışmadır ve burada ne hayallere kapılmalı, ne de etrafımızı yanıltmalıyız.” ifadeleriyle neyin yapılması ve neye sahip çıkılması gerektiğinin altını çizmektedir. İnancına sahip çıkmak ve maddi gücü de tamamlamak.
“İnsan olma”nın ve “insan kalma”nın Allah’a ve kendimize karşı sorumluluğumuz olduğunu sık sık vurgulayan İzzetbegoviç, “insan olma”nın ve “insan kalma”nın siyasi dilde karşılığının “hukuka dayalı bir devlet kurmak” olduğunu ifade eder. Aliya adaleti sadece mikrofonlar karşısında kitleleri etkilemek için konuşmasının konusu yapmadığını adaleti yerine getirmenin Allah’a karşı sorumluluğunu bir alanı gördüğünü savaşın en bulanık zamanlarında, gerekirse düşman güçlerine karşı bile göstermiştir. Haksız bir şekilde intikam almak için Boşnaklar tarafından öldürülen iki Fransisken papazının suçlularını tespit ettirip gerekli cezayı kesmiştir. Ve Aliya sık sık savaşı düşmanlar tarafından öldürüldüğünde değil düşmana benzendiğinde, onların ahlakıyla ahlaklandığında kaybedildiğini söylemiştir. “Hiç kimse intikam peşinde koşmamalı, sadece adaleti aramalıdır. Çünkü intikam sonu olmayan kötülüklerin de kapısını açar. Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın.” diyerek savaştan sonra Boşnakların nasıl davranması gerektiğini işaret etmiştir. En çok tekrarlanan şu sözünü ifade etmezsek Aliya’nın adalet anlayışını anlatmakta eksik kalmış oluruz: “Düşmanlarımıza gelince, onlara adaletten başka hiçbir şey borçlu değiliz!”
Yine bir SDA üyelerine yaptığı konuşmada savaş şartları diyerek hiçbir devlet memuruna haksız yere maaş verilmemesi, herkesin ailesini doyuracak kadar bir ücreti almasını istemiştir. Dış ülkelerde görevli olanların bile bu ücretlenme politikası ile çalıştırılmasını talep etmiştir. “Burada yaşayan bizler, yalnızca ailelerimizi doyurmak için çalışıyoruz. Doğrusu, sigara alabilecek kimseyi tanımıyorum. Bir başkan, eğer dürüstse, askerleri ile aynı yemeği yemelidir.” diyerek ölçüyü ortaya koymuştur. Biz oradaki “asker” vurgusunu “milleti, vatandaşı”nı da olarak anlayabiliriz. Hiçbir lider; hangi çeşit lider olursa olsun milleti açlıktan sebebiyle intihar ediyorsa bulunduğu makamda ziyafetler düzenlememelidir, o makamda var olan meseleyi çözmeden koltuğuna oturamamalıdır. Çünkü bizim geleneğimizde böyle bir uygulama yoktur. Ne ilk önderlerimiz olan peygamberlerin hayatında böyle bir uygulama vardır ne de peygamberleri örnek alan liderlerde.
Bu yazımızda kendinden sonra gelen nesillere de örnek olan bir hayatı yaşayan Bilge Kral’ın kimliğini hiçbir şartta saklamadığını, kendini inancını her yerde ifade ettiğini söyleyerek şu sözleriyle tamamlayalım: “Ben Müslümanım ve Müslüman olarak kalmaya kararlıyım. Bu hayatımın sonuna kadar böyle devam edecek. Çünkü İslam benim için iyi ve asil olmanın en doğru ifadesidir.”
Bin rahmetle…
*SDA Kongresi, Saraybosna, 25 Mart 1994
24 Aralık 2020/ Milli Gazete
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder