Aralık 30, 2022

Bizim Cephede Değişen Bir Şey Yok Bayım!

Son günlerde gerçekleşen olaylar sebebiyle ülke gündemi çok çabuk bir şekilde değişiyor. Her gün gelen terör haberleri, bir türlü kurulamayan hükümetler, üretmeden tüketen dışarıdan gelen sıcak parayla dönen kırılgan yapısıyla hızla değişen ekonomi, paçamızı kaptırdığımız, etkin olamadığımız dış siyaset olayları, çözüm noktasında müdahil olamadığımız İslam coğrafyasındaki zulümler, ahlâk ve maneviyatını kazandıramadığımız için kaybettiğimiz gençlerimiz. Yaşadığımız şeylerin esas mahiyetini öğrenemeden bir bakmışız ki başka bir olayla karşı karşıya kalıyoruz. Bugün bizi ağlatan ya da ağlandığımız gündemimizde ne varsa 24 saate kalmadan unutuyoruz. Ve başımıza ne geliyorsa biz bunu kavrayamıyoruz. Fakat şundan eminiz! Yaşadıklarımız normal şeyler değil ve olanlar bizi hep kalbimizden vuruyor.

Ülke olarak yaşadıklarımızı ilk defa mı yaşıyoruz İlk defa mı terör hadiseleriyle karşılaşıyoruz   İlk defa mı hükümet kurulamayarak koca ülke sahipsiz bırakılıyor Milletin idaresi ilk defa mı hiçe sayılıyor Dış güçler, ülkemizin birlik beraberliğini ve bin yıllık kardeşliğini bozmak için ilk defa mı ‘büyük oyun’ oynuyor Yoksa o hepimizin dilinde olan ibret alınmayan tarih yeniden mi tekerrür ediyor

Belgeler ve yaşadıklarımız tarihten ders almadığımızı gösteriyor. Bir on sene, yirmi sene önceki gazetelere baktığımızda buna rahatlıkla şahit oluyoruz. Neredeyse aynı manşet, aynı içerikle karşılaşıyoruz. Haber aktörlerinin, mağdurlarının, haberde kullanılan dilin aynı olduğunu görüyoruz. Hatta kullanılan sloganlar da aynı. Gerçekleşen olaylar karşısında yetkililerin yaptığı açıklamaların, en kısa zamanda alınacağı söylenen önlemlerin de aynıyla eski gazetelerden okuyoruz.

Tarihe tanıklık etmiş, olayların örtünmek istenen, gizlenen yüzünü halka aktarmış, hakikati göstermek için yayıncılık yapan Milli Gazete’nin 10 Kasım 1991 tarihli nüshası var elimizde. Yaklaşık 24 sene öncesine ait. Gazeteye baktığımızda ülke ve dünya gündemine dair değişen bir şey olmadığını görüyoruz. Gazetenin manşet haberi “Dışgüdüm Terkedilmedikçe Terörün Önüne Geçilemez”. Zamanın Adalet Bakan’ı yaptığı açıklamada, Doğu ve Güneydoğu’daki olayların arkasında “dışgüdüm” olduğunu, dış destekler yok edilmeden terörün önlenemeyeceğini belirtiyor. Günümüze nasıl da denk geliyor Yetkililerin açıklamaları da günümüzde yapılan açıklamalarla uyum içindeler. Yıllar geçmiş olmasına rağmen terör, hâlâ çözülememiş ve Büyük İsrail Projesi’ne bir adım daha yaklaştıran bir hâl almış durumda.

Aynı sayfada Doğan Bekin’in, “Doğu’ya sahip çıkalım” yazısı o günkü terör olaylarına çözüm getiren Milli Görüş’ün yaptıklarını ve devletin neler yapması gerektiğini anlattığı yazısını okuyoruz. Manşet sayfasından diğer haberler; “SHP, DYP ile koalisyona hazır” ve “Bakanlar belli oluyor”. Kısaca sadece isimleri değiştirdiğimizde elimizde kalan metin,  geçmiş tarihli gazetede yayınlanan ile aynıdır.

Gazetenin iç sayfasındaki haberlere baktığımızda “Problemi Avrupa Kaşıyor” başlığıyla karşılaşıyoruz. Haberde, Avrupa Parlamentosu’nun Kuzey Iraklı Kürt liderleri genel kurula davet ettiğinden bahsediyor. Yani yıllardır kapısında beklediğimiz Avrupa Birliği, bizim terörist dediğimiz kişileri meşrulaştırma çalışmaları yapıyor. Günümüze geldiğimizde Milli Gazete15 Eylül 2015 nüshasının manşetinde “Cenevre Oyunu” haberini görüyoruz. Haberde, oyunda oyun kurucuların değişmediğini, müttefiklerini desteklediklerini, hedeflerini gerçekleştirmek için aynen çalışmaya devam ettiğini gösteriyor.

Dış haberler sayfasında “Türkiye Avrupa’dan daha çok NATO’cu” (10 Kasım 1991, Milli Gazete) başlığında, Kuzey Atlantik Derneği Başkanı ile Anadolu Ajansı’nın yaptığı söyleşiye yer veriliyor. Söyleşide başkan SSCB’nin yıkılmasıyla beraber NATO’nun varlık amaçlarında bir belirsizlik olmasına rağmen bu sürecin atlatılacağını, Türkiye’nin stratejik durumu, dinamik genç nüfusu, coğrafi, tarihi bakımdan konumu sebebiyle NATO için gelecekte de önemini koruyacağını söylüyor. Günümüze geldiğimizde Milli Gazete “NATO Türkiye’de Genişliyor” (21 Eylül 2015) manşetiyle durumun aynen geliştiğini gözler önüne seriyor.

O günden bugüne bizim cephede değişen bir şey yok. Gizli Dünya Devleti kitabında yazdığı gibi: “Görünürde değişikliğin fazla olması, aslında az olduğunu gösterir.” Irkçı emperyalizm hedefine yaklaşırken, coğrafyamızda daha fazla zulüm gerçekleştiriyor. Biz ise hâlâ kendi kaynaklarımıza ve çözümlerimize dönmüyoruz. Korkarım ki bu yaşanılanlar bittiğinde, biz, evlat ve torunlarımıza “ülkemiz üzerine büyük oyun oynanıyor” diyemeyeceğiz. Çünkü Siyonizm 5700 küsur yıllık hedefine ulaşmış olacak. Toprak altımızdan kayıyor.

İşin en kötüsü biz işgalin en ağırıyla karşı karşıyayız: Son kalelerimiz; beynimiz ve yüreğimiz işgal altında…

Milli Gazete/ 28 Eylül 2015 

https://www.milligazete.com.tr/amp/makale/850808/elif-ors/bizim-cephede-degisen-bir-sey-yok-bayim

Bir sen varsın, Milli Gazete!

    Milli Gazete, kalu bela’da verdiğimiz sözü tüketmeden, yormadan bize hatırlatan, sensin. Tüm heyecanları elinden alınmış bir nesile, tüm iddiaları elinden alındığı bir zamanda dünyaya söyleyecek sözü olduğunu, söylemesi gerektiği gibi öğütleyen, bir sen varsın.

    Meclis kürsüsünde “Ben bunu, bana oy vereseniz diye yapmıyorum. Allah rızası için yapıyorum” sözünün medya ayağında üzerine düşen vazifeyi yerine getiren, bir sen varsın.

    ‘Özgürlük; iki kere iki dört ediyor diyebilmektir’ diyerek ne kapitalistlerin beşini, ne de komünistlerin üçünü dile getirmeden, cesaretle her defasında “dört” diyebilen, bir sen varsın.

    İktidarlarla dirsek teması olmadan, küresel güçlere aldanmadan ayakta kalan; ilk kurucuların sağlam çekmiş olduğu besmeleyle rüzgârlara, fırtınalara aldırmadan; sayfalarında ‘algı yönetimi’ yaparak haksız kazanç sağlamak yerine, bildiği doğruyu ‘Hakça’ söyleyen, haksızlık karşısında ‘Elif’ gibi kıyam eden, bir sen varsın.

    Sınırların ötesinde, dünyanın her bir köşesinde; ümmetin derdiyle dertlenen; zalim kim olursa olsun, zalimin karşısında, mazlumun yanında; ‘yandaş’, ‘candaş’ ve ‘kartel’ medyası olmadan görevini yerine getiren ‘Ümmetin sesi; ümmetin gazetesi’ olduğunu her defasında ortaya koyan, bir sen varsın.

    Ülkemizde bir medya geleneği olan ‘Müslüman mahallesinde salyangoz satmadan’ da gazetecilik yapılabileceğini gösteren, halkın manevi değerlerine savaş açmadan, onların dertlerinin de gazete sayfalarında yer alabileceğini dosta, düşmana gösteren,  ‘Müslüman Mahallesi’nden ne satılır onu öğreten, bir sen varsın. 

    Yaşadığı topluma yüksek gökdelen, plazalar ve Babil kulelerinden bakan, en önemli amacı tüketim toplumuna nefer yetiştirmek olan çağın illüzyonisti medya yerine; “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” diyerek emperyalist her hareketi haber yapan, bir sen varsın.

    Karalamadan, hakaret etmeden, oraya buraya çatmadan hakikati dile getirmeyi dert edinen, tüm baskılara rağmen, gündemin Milli Görüşçesi’ni insanlığa sunan, derdimizi manşetlere taşıyan, bir sen varsın.

    Kendi menfaat ve çıkarları için iktidarın gayri sahih hareketlerini görmeyen, duymayan; bir zamanın hızlı İslamcılarına, şimdi ki muhafazakârlarına inat, hâlâ İslam’ı ve İslam’ın değerlerini dert edinmeye devam eden, herkesin konjonktür diye türkü tutturduğu bir zamanda ilkelerinden, hayallerinden, ideallerinden vazgeçmeden; yılmadan, yorulmadan yoluna devam eden, “iman varsa, imkan vardır” sözünü ispat eden, bir sen varsın.

    Bize ‘Sevgili’nin hatırası sen varsın, Milli Gazete!!! 


Milli Gazete/ 12 Ocak 2015

Aralık 29, 2022

GÜNDEMİN GÜNDEMİNDEN DÜŞENLER

Yerel seçimler sath-i mahallindeyiz. Her seçim önemlidir. Fakat ülkemiz için son seçimin daha da önemli olduğu bir süreçteyiz. Zira insanlarımızın algılarıyla tarihte hiç olmadığı kadar fazla oynandığı günleri yaşıyoruz. Ülkemizde her şey birbirine karıştı. İktidarı elinde tutanlar ve muhalefet edenler arasında ‘horoz dövüşü’ siyaset anlayışı devam ediyor.

Seçim dönemlerinde demokrasi gereği adaylar, seçmenlerine kendilerini tanıtabilmek için yapacakları hizmetleri anlatır. Yerel seçim dönemlerinde adayların yaşadıkları şehrin sorunlarına dair çözüm önerileri sunması beklenir. Yaşadığımız seçim sürecinde ise sanki genel seçimdeyiz ya da her belediyenin başına başbakanı seçecekmişiz gibi seçim kampanyalarıyla muhatap oluyoruz. Halka hizmet diye vaat edilen şeylere baktığımızda İç Anadolu şehirlerinde bile İstanbul Boğaz’ına yapılacak köprüden bahsediliyor.  Yaşanabilir şehirleri kurmaktan bahsetmek yerine oyalamaya yönelik vaatler bize sunuluyor.

Madem yerel hizmetlerden bahsedilmeyecek,  biz de iktidarın 12 yılda neler yaptığına şöyle kısaca bir bakalım:

  • 1 Mart Tezkeresi olarak bilinen “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelerine gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresi” hükümet yetkililerinin tüm çalışmalarına rağmen meclisten geçirilemedi. Fakat 1 Eylül 2004 tarihli Resmi Gazete’ de yayınlanan ‘ABD’ne ait hamulesinin ithal/ihraç ve ülke içi nakil ve tevziine dair tebliğ’ ile 7 deniz limanı, 6 havaalanı ABD’nin hizmetine sunuldu. Böylece ABD’nin Irak işgaline destek olundu.  Irak işgalinde resmi sonuçlara göre bir buçuk milyon insan hayatını kaybetti. 
  • Ülkemizin birçok şehrinde cemaati olmayan yerde kiliselerin tamir edilmesi, tarihi sembol olan kiliselerin ibadete açılması için iktidar tarafından üstün gayret gösterildi. Bu arada Ayasofya Camisi halen müze statüsünden çıkarılmadı. Geçtiğimiz hafta İstanbul’da gerçekleştirilen Hıristiyan Ortodoks Birliği toplantısında sonuç olarak “Ayasofya camiye çevrilirse yekvücut oluruz” tehdidiyle karşı karşıya bırakıldık. Kendi ülkemizde camimize bile sahip çıkamaz duruma getirildik.
  • AB ile ilişkileri sağlamak için ‘Avrupa Birliği Bakanlığı’ kuruldu. Kapısında ömrümüzün çürüdüğü ve alınmayacağımız açık açık söylenen Avrupa Birliği için özel bakanlık kurulması Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu iktidara nasip oldu. Oysaki nihayetinde dünyadaki kan, gözyaşı ve sömürüyü durduracak, İslam Birliği’ni sağlayacak, projeleri hazır D-8’ler ile ilgili böyle önemli bir çalışma yapılmadı.
  • AB uyum sürecinde zina suç olmaktan çıkarılması, domuz kasaplık et sınıfına dahil edilmesi, ezan genelgesi yayınlanarak ezan sesinin kısılması, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitaplarından bazı ayetlerin çıkarılması, hutbelerden “Allah katında hak din İslam’dır” ayetinin yasaklanması ve bunlar gibi bir çok ahlaki değerlerimizi hiçe sayan yasalar meclisten geçirildi. Okul müfredatlarından İslam kaynaklı kırk kadar kavram yasaklandı. Üstelik üyesi olmadığımız halde meşhur papa heykelinin önünde Avrupa Birliği Anayasası’na imza atıldı. Birliğe kabul edilme rüyasıyla Kuzey Kıbrıs’ta kazanılmış haklardan vazgeçmek pahasına Annan Planı’na  ‘EVET’ diyerek KKTC’nin eli zayıflatıldı.
  • Meclis’ ten geçirilen ‘Vakıflar Yasasıyla’ azınlık cemaatlerinin en geniş manada haklar elde edilebilecek düzenlemeler yapıldı. 
  • Gezi olayları sürecinde insanlar çatışma ortamına sürüklenirken 1 Haziran 2013 tarihli Resmi Gazete’ de yayınlanan “Yeni Petrol Kanunu’yla, ‘Millî menfaatlere uygunluk’ ifadesi yasadan çıkarılıp, yabancı sermaye kazançlı duruma getirildi.
  • Ülkemizde ‘başkanlık sistemi mi’ yoksa ‘yarı başkanlık sistemi mi’ olsun tartışmalarının ardından 15 Temmuz 2008 tarihli “Tapu Kanununda Değişiklik Yapılmasına dair Kanun”la yabancılara toprak ve taşınmaz satışının önünün açan çalışmalar yapıldı. Bu kanun iki kere Anayasa Mahkemesine gönderilmesi ve ret edilmesine rağmen 12 Mayıs 2011 tarihinden itibaren kesin uygulamaya girdi. Böylece yabancılara toprak satışı 600 dönüme çıkarıldı.
  • Tüpraş, İskenderun Demir-Çelik, Türk Telekom vb. gibi stratejik öneme sahip, kâr getiren, üretim yapan fabrikaların özelleştirme kapsamında yok pahasına satılması sonucu ekonomimizin üretim ayağının çökertilmesi gerçekleşti.
  • Fas’tan Endonezya’ ya kadar yirmi kadar ülkenin sınırını değiştirmek, yeryüzünde ırkçı emperyalizmin nihai hedeflerine ulaşmasının sağlayacak olan Büyük Ortadoğu Projesi’nde eş başkan olmak ve bununla övünmekte bu iktidarın en önemli icraatlerinden biri oldu.
  • Libya konusunda önce ‘NATO’nun Libya’da ne işi var’ derken, sonra NATO’nun merkezi İzmir’de kuruldu. Ülkenin stratejik ve tarihî şehirlerine NATO’nun Füze Kalkanları yerleştirildi. Bu sebeple komşularımızla ilişkilerimiz iyice gerildi.


Nihayetinde günümüze geldiğimizde birbirine tahammül edemeyen insanların yaşadığı bir toplum haline getirildik. Ekonomide ise tarımda kendi kendine yetebilen sayılı ülke konumundan samanı bile dışarıdan ithal eden ülke durumuna düşürüldük. Dış politikada askerinin başına çuval geçirildi, açık denizde gemisine saldırıldı ve gerekli cevap hükümet tarafından verilmedi, sorunu olmadığı tek komşusu kalmadı. Kısacası dış politikada şahsiyetli politikalar ortaya konulmadı.

Bunlar kavga kargaşa ortamında gözlerden kaçırılan, insanlarımızın gündeminden düşürülen, ağır bedellerini torunlarımızın ödeyeceği gerçek gündem ve icraatlerdir.

Ne, hâlâ siz CHP gelir diye mi korkuyorsunuz?


Milli Gazete/ Mart 2014

Güya Müslüman

Geçtiğimiz günlerde Somali Türk büyükelçiliğine bir saldırı düzenlendi. Somali’de yapılan bu saldırıya tepki olarak Başbakan yaptığı açıklamada saldırıyı gerçekleştirenleri eleştirirken “güya Müslüman” ifadesini kullandığına şahit olduk.

Biz de bakalım “güya Müslümanlar” başka neler yapıyormuş diye bizim şahit olduğumuz olayların bir çetelesini tutalım dedik. İşte ortaya çıkan çetele:

Bir Siyonizm projesi olan Afganistan’ın işgaliyle başlayan başta Türkiye olmak üzere 22 İslam ülkesinin sınırlarını değiştirecek olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı olmakla övünen, “güya Müslüman”…

1 Mart tezkeresinin geçirilmesi için milleti “Tezkereye karşı çıkanlar iki maaş alamazlarsa ben o zaman görürüm.” diye tehdit ederek ikna etmeye çalışan, “güya Müslüman”…

Dışişleri Bakanlığı’ndan tebliğ çıkarmak suretiyle Irak’ın işgalinde deniz ve hava limanlarımızın ABD makamları tarafından kullanımına açarak işgale destek olan, ABD uçaklarının 4 bin küsur sortisine müsaade etmekle ABD’nin gözüne girmeye çalışan, “güya Müslüman”…

WALT STREET JOURNAL Gazetesine yazdığı makalede “Türkiye ABD’nin sadık dostu ve müttefikidir. Cesur, genç, kadın ve erkeklerin en az kayıpla ülkelerine geri dönmelerini ve Irak’taki insanî felaketin en kısa zamanda sona ermesini umuyor ve bunun için dua ediyorum” diyerek Amerikalı askerlere dua eden, “güya Müslüman”…

Irak’ın işgalinden sonra oluşturulacak yapıda ‘kırmızı çizgilerimiz’ in Irak’ın bütünlüğünün korunması olarak açıklayıp ilerleyen zamanlarda Kuzey Irak’ta oluşan yapıyı tanıyan, Barzani’yi kırmızı halılarla karşılayan, “güya Müslüman”…

Batı’nın Libya işgalinde önce “NATO’nun Libya’da ne işi var” deyip daha sonra “NATO’nun merkezini İzmir’e taşıyan, “güya Müslüman”…

Gazi Meclisimizde “Bir memleket istiyorum” şiirini okuyarak 5 bin küsur yıllık hedeflerini alenen söyleyen İsrail Cumhurbaşkanı’nı ağırlayan, “güya Müslüman”…

İsrail’in Lübnan saldırısında İncirlik üssünden İsrail’e destek gitmesine göz yuman, Birleşmiş Milletlerde çıkarılan kararla Lübnan’a Türk askerini gönderen, “güya Müslüman”…

Atalarımızın kanla sahip çıktığı vatan topraklarının satışı için kanun çıkarıp bu sebeple gelen eleştirilere “sırtlarına alıp gitmeyecekler ya” pişkinliğini gösteren, “güya Müslüman”…

Dış politikada ‘komşularla sıfır sorun’ hedefiyle çıkılan yolda ‘stratejik derinlik’ ten ‘stratejik çıkmaza’ girmemize sebep olan, “güya Müslüman”…

İslam dünyasındaki bugün yaşanan zulümlere engel olacak olan, kurulması gereken İslam Birliği’nin çekirdeği D-8’leri aktifleştirmek yerine şanlı tarihe sahip Osmanlı Torunlarını AB’nin kapısında bekleten, “güya Müslüman”…

“Avrupa Birliği sürecinde biz bir medeniyetler uzlaşmasının onurlu mücadelesini veriyoruz. ‘Bizi alın diye yalvarıyorsunuz diyorlar.’ ‘Evet, bizi bu medeniyetler uzlaşması için katın demek

zorundasınız.’ demezseniz o zaman bu medeniyetler çatışmasına hazırlıklı olmalısınız. Biz medeniyetler uzlaşmasını tercih etmek durumundayız. Aksi takdirde bunun insanlığa bedeli çok ağır olur ve bu bedeli ne biz ödeyebiliriz ne de bizden sonra gelen nesiller ödeyebilir.” açıklamaları yapan, bir Hıristiyan Birliği olan Avrupa Birliğini medeniyet birliği, kendi medeniyetini ise mağlup medeniyet olarak gören, ”bu da Müslüman”…

AB uyum sürecinde zinayı suç olmaktan çıkaran, domuzu kasaplık et statüsü veren, millî ve manevi değerlerimizi aşındıracak yasaları çıkaran, kendi tarihî camilerimizin restorasyonunu yapmak dururken hiç cemaati olmayan kiliselerin restorasyonuna büyük bütçeler ayırıp restore ettiren, “bu da Müslüman”…

“Faiz dünya gerçeğidir” açıklamaları yapan, hükümet olarak ‘Borca Dayalı Faiz Sistemi’ ekonomik modeli uygulamaya devam eden, bütçeden yılda ortalama 50 milyar$ faize ayıran fakat asgari ücretlilere, memurlara, emeklilere, işçilere %4 civarında zam veren, “bu da Müslüman”…

Dünya ekonomik krizinin teğet geçtiğini iddia eden, ihracat rakamlarını rekor kırdığını ama bu ihracatın %70-80’ler civarının ithalatla karşılandığını milletten gizleyen, “bu da Müslüman”…

Yıllardır Hoca’sına ve milletine Yaşanabilir Bir Türkiye, Yeniden Büyük Türkiye ve Adil temellere dayalı Yeni Bir Dünya’yı kurmak için söz verip, bu sözünde durmayarak yerine bugün işleyen sömürücü Batı Medeniyetine kaynak olmaya çalışan da, “bu da Müslüman”…

Ve bu çeteleyi daha da uzatmak mümkündür. Fakat bu yazının amacı insanlar kavramları kullanmadan önce dönüp bir kendilerine bakmasına sebep olmaktır. Zira sonunda hesap vereceğimiz bir hayatı yaşıyoruz. Sonunda hesap olan bir hayat konuşmakla geçmez. İnsanın söyledikleriyle yaptıkları bir olmalıdır. Ahirette tribünlerden gelen seslere göre mükâfat verilmeyecektir.

Milli Gazete/ 15 Ağustos 2013

Naum Doktrini Kaçıncı Seviyesinde?

    Bir milleti millet yapan ve millet olarak ayakta tutan ana aktör hafızasıdır. Bu gerçek bilindiği için son yıllarda milletimizin hafızası her alanda planlı bir şekilde zayıflatılmaya çalışılmaktadır. Milletimizin muhakeme yetisi gündeme atılan sis bombaları ile zayıflatılıyor. Haliyle hafızasındaki bilgileri kullanıp sağlıklı bir değerlendirme hakkı elinden alınmış oluyor.

Ülkemizde her kesimin en çok sevdiği ve en sık kullandığı ifade “Ülkemizin içinden geçtiği şu sıkıntılı günlerinde….” Ama o sıkıntıların kaynağını bir türlü de konuşamayız/ konuşmayız. Milli Görüş ve Erbakan’ı da diğer dünya ve siyasi görüşlerden ayıran nokta da tam burası olmuştur hep. Milli Görüş ve Erbakan “bu sıkıntıları” konuşmakla kalmamış işin temelini ve kökünü anlatmıştır. Ağacın yaprağındaki tozu işaret etmeyi büyük başarı sayanların arasında da anlaşılması zor olmuştur. Belki de işlerine gelmemiştir. Çünkü kök ile uğraşmak daima daha zordur.

Erbakan Hocamız son Saadet Partisi Genel Başkanı seçildiği kongrede solanda yer alan afişlerde olsun, hasta yatağında seçime giderken hazırladığı afiş karamalarında olsun altını çizdiği konu Haim Naum Doktrini oldu. Ve katıldığı son canlı televizyon programlarında da en çok vurguladığı konu bu oldu. Erbakan Hocamızın ifadelerini bir daha hatırlatmak durumundayız. Ki bazı taşlar yerine otursun:  "Haim Nahum doktrini 7 maddedir: Türkiye'yi aç bırak, işsiz bırak, borca esir et, dininden uzaklaştır, böl, böldüğün parçaları birbirleriyle çarpıştır, yumuşak lokmaları yut. Siyonizm 'Biz bunları muharebeyle İsrail'e vilayet yapamayız ancak Haim Nahum doktrini ile yaparız' diyor. Üzerimizde bu plan uygulanıyor. Türkiye'de fakirlik artmıştır, işsizlik dayanılmaz boyutlara gelmiştir, dış borç dayanılmaz hale gelmiştir, din değiştirilmeye çalışılmaktadır, Türkiye bölünmeye götürülmektedir, bu bölünen parçalar bir müddet sonra birbirleriyle çarpıştırılacak.”

“Ülkemizin içinden geçtiği şu sıkıntılı günlerinde….” İfadesini diline pelesenk etmiş siyasilerimiz, akademisyenlerimiz, etkili ve yetkili kişilerimiz hayata bakışlarını bir türlü değiştirmediklerinden ya da değiştirmek işlerine gelmediği için bu gerçekleri es geçiyorlar. Ve daha da kötüsü milletimizi hafızasından silmeye çalışıyorlar.

İşsiz kalıyoruz, bunu mesele edip konuşuyoruz ama hastalığa teşhis edip tedavi etmeye bir türlü gelemiyoruz. Ülkenin genel ahlaki yapısının bozulduğundan ağız birliği ile şikayet ediyoruz ama bunun temelinde ne var konuşmak zor geliyor. Çünkü önümüze çıkan tabloda vazgeçmek zorunda kalacaklarımız, elimizi altına koyacağımız taşlar çıkacak, bunu biliyoruz. 

Erbakan hocamızın saydığı maddleri tek tek ele aldığımızda çıkan tablo apaçık ve çok net. Ülkemizde fakirlik arttı; dört mevsim yaşanan ve en çorak toprağına ekim yaptığında insan doyuran bu topraklarda fakirliğin olması ancak belli bir plan dahilinde olabilirdi. Nitelikli ve genç nüfusu olan bir ülkede işsizliğin problem olması ancak belli bir plan dahilinde gerçekleşebilirdi. Vakıf kültürü olan ve “karz-ı hasen (güzel borç)” geleneği olan bir toplumda insanların yabancı bankalara borçlanır duruma gelmesi ancak hedeflenen çalışma sonucunda oluşabilirdi. Bin yıldır bu topraklarda kardeşliği tesis edip üç kıtaya selamet götüren bir milletin torunları çeşitli kamplaştırmalarla birbirine düşman edilmesi ancak belirli program dahilinde olabilirdi. Varlık sebebi din-i Mübin olan bir milletin, hafızasında dini için canından vazgeçen milletin dininden, inancından, değerlerinden uzaklaştırılması da ancak üzerine ciddi bir çalışma yapmakla olabilirdi. 

Şimdi ise şahit olduğumuz tablo ve yaşadığımız hayat ortada. “Ülkemizin içinden geçtiği şu sıkıntılı günlerin…” içinden salimen geçmenin yolu da ortada. Çare de çözüm de bir milletin hafızasına sahip çıkmasının formülü de Milli Görüş’e, Saadet Partisi’ne sahip çıkmasıdır. 

Bu arada İşgalci siyonist İsrail’le karşılıklı büyükelçi atanması ve güven mektuplarının sunulmasını da Haim Nahum Doktrini açısından ele almak zorundayız. 2022 senesinin en önemli olayı yandaş, candaş ve bazı muhalif basının da ısrarla gözden kaçırmasına rağmen işgalci İsrail’le karşılıklı atanan büyükelçi meselesidir. Bazı konularda insanımız razı hale mi getiriliyor?


Milli Gazete/ 29 Aralık 2022


https://www.milligazete.com.tr/makale/13457995/elif-ors/nahum-doktrini-kacinci-seviyesinde




Aralık 26, 2022

İstanbul Sözleşmesi’nin perde arkasındaki maddeleri

 Türkiye Cumhuriyeti ilk kurulduğu zamandan itibaren yabancı ülkelerden tercüme olarak topluma şekil vermek için Medeni Kanun başta olmak üzere birçok hukuksal metni olduğu gibi almıştır. Sene 2000’leri gösterdiğinde bile durum değişmemiştir. Avrupa Birliği’ne girmek hayaliyle, Batılı dünyaya ait olma hevesiyle hâlâ kanunlarını uluslararası kuruluşlardan tercüme şekilde olduğu gibi almaktadır. Hükümetler kendi toplumunu değerlerini, geçmişini, inançlarını düşünmeden Batı’dan gelen yasaları olduğu gibi uygulamaları, ülkemizde onarılmaz sorunların meydana çıkmasına sebep oluyor.

İNANÇ DEĞERLERİMİZE AYKIRI

Bu açıdan ele aldığımızda İstanbul Sözleşmesi bizim inanç değerlerimize ve doğal fıtrata aykırı unsurlar içermekte. İlk önce İstanbul Sözleşmesi toplumsal cinsiyet tanımını yapan ilk uluslararası anlaşmadır. “Kadın” ve “erkek” kimliklerin toplumsal yaşantı sonucu oluşturulmuş toplumsal kimlikler olduğunu söylemektedir. İki cins doğuştan getirdiği kemikten öte toplumda kadına ve erkeğe biçilen toplumsal cinsiyet üzerinden kimlik oluşturulduğunu ve bunun yanlışlığını söylemekte. İlk ele alacağımız, şiddet tanımının yapıldığı maddedir. İstanbul Sözleşmesi’ndeki tanımların nasıl açıklanacağını anlatan bu madde de aile içi şiddeti tanımlarken 3. Madde ‘b’ bendinde “birlikte yaşayan bireyler arasında” diyerek nikâhsız birliktelikleri de normalleştirme yoluna gidilmiştir.

Madde 3 – Tanımlar
3. Madde: a) “Kadına karşı şiddetten”, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılıkanlaşılacak ve bu terim, ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dâhil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır;
b) “Aile içi şiddet”, eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgâhı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak
anlaşılacaktır;
f ) “Kadın” terimi, 18 yaşından küçük kızları da kapsayacaktır. Belki de bizim toplumumuz ve insanlık için en tehlikeli olan madde dördüncü madde. İnsanların ‘ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken’ gibi sebeplerle ayrımcılığa uğramayacağını söylerken ‘cinsel yönelim’ ifadesi kullanılmakta.

Madde 4 – Temel haklar, eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması
3) Taraflar bu sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.
İstanbul Sözleşmesi’nde en sık bahsedilen ve toplumlara yerleştirilmek istenilen kavram “toplumsal cinsiyet” kavramı. Bunun kabulü ile ise diğer taraftan yaratılıştan gelen farklılıkları yok sayarak mutlak eşitlikten bahsediliyor. Farklılıklara rağmen yaşamanın yoluna gitmek yerine herkese belli bir anlayışı dayattığını görebiliriz.

Madde 6 – Toplumsal cinsiyet konusunda hassasiyet gerektiren politikalar
Taraflar bu sözleşmenin uygulanmasına ve sözleşme hükümlerinin etkilerinin değerlendirilmesine bir toplumsal cinsiyet bakış açısı katacak ve kadınlarla erkekler arasında eşitliğe ve kadınların güçlendirilmesine ilişkin politikalarını yaygınlaştıracak ve etkili bir biçimde uygulayacaklardır.
“Namus” kavramı bağlamından koparılarak şiddet enstrümanı gibi kabul edilerek “namus” kavramı kötü bir şeymiş gibi lanse edilmiştir. Sözleşmenin on ikinci ve kırk ikinci maddelerinde “namus” kavramı ele alınmıştır.

Madde 12 – Genel yükümlülükler
1) Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.
5) Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir.

Madde 42 – Sözde “namus” adına işlenen suçlar da dâhil olmak üzere, işlenen suçlar için gerekçelerin kabul edilmemesi
1) Taraflar bu sözleşme kapsamında kalan şiddet eylemlerinin gerçekleştirilmesinden sonra başlatılan ceza davalarında kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus”un gerekçe olarak öne sürülmesinin önlenmesini temin etmek üzere, gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır. Sözleşmede toplumda kargaşanın, huzursuzluğun artmasına diğer bir maddesi ise çiftler eğer uzlaşma yoluna gitmek isterlerse, arabuluculuk ve uzlaştırmanın yasaklanması.

Madde 48 – Zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçlerinin veya hüküm vermenin yasaklanması
1) Taraflar bu sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dâhil olmak üzere, zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçlerini yasaklamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır. İstanbul Sözleşmesi’nde mağdur olan şikâyetinden ve ifadesinden vazgeçmiş olmasına rağmen şiddet davalarında davalar re’sen devam edecek olması. Mağdurun vazgeçmesi davanın kapanmasına yetmeyecektir.

Madde 55 – Ex parte (nizasız) ve ex officio (re’sen) yargılama
1) Taraflar, bu sözleşmenin 35, 36, 37, 38 ve 39. maddelerinde belirlenen suçlarla ilgili soruşturma ve kovuşturmaların, suçun kısmen veya tamamen kendi topraklarında işlenmiş olması durumunda, mağdurun ifadesine veya şikâyetine bağlı olmaksızın ve mağdurun ifadesini veya şikâyetini geri çekmesi durumunda dahi devam edebilmesini temin edeceklerdir.
İstanbul Sözleşmesi’nde, “evliliğin veya ilişkinin bozulması”, “evliliğin veya ilişkinin süresi” gibi ifadelerle ülkemizin inanç ve geleneklerinde olmayan nikâhsız birliktelikler normal karşılanmaktadır. (Madde 59)

Sonuç olarak İstanbul Sözleşmesi’ni birçok devlet, “toplumsal cinsiyet ideolojisinin” uygulanmasına sebep sözleşme olarak kabul ederek bu sözleşmeyi kabul etmemiştir. İstanbul Sözleşmesi bizim toplum yapımıza, sosyolojimize, gündelik yaşamamıza, inancımıza uymayan maddeleri ihtiva etmektedir. Artık kendi yasalarımızı kendi ihtiyaçlarımıza, inançlarımıza ve değerlerimize göre kendimiz yapmalıyız.


30 Mayıs 2020

https://www.milligazete.com.tr/makale/4733967/elif-ors/istanbul-sozlesmesinin-perde-arkasindaki-maddeleri

Aralık 19, 2022

Her Sakallı Dede, Her Başörtülü Muhafazakâr Değildir!

    Son yüzyılımızın en büyük kargaşası kavramlar üzerinden yaşanıyor. Kavramları elinde tutanların bulanıklaştırdığı bir ortamda kim kime neden düşman ya da dost sorgulayamıyor. İktidarı, bilinenin ve tekrarlananın aksine ne siyasiler, ne para babaları, ne silaha sahip olanlar elinde tutuyor. Dünyayı, kavram üreten, kavramlara manalar yükleyen, kavramları yaygınlaştıranlar yönetiyor. Yaşadığımız çağa yön veren, sömürü dünyasını kuranlar kavramları onların dilinden konuştuğumuz için bizi köle gibi çalıştırıyorlar. (Not: Burada kastedilen dil ne İngilizce, ne İspanyolca, ne de diğer sömürgeci dillerdir. Kastedilen dil dünyayı algıladığımız, yorumladığımız dildir. Bizim dilimizin merkezi 1 Kasım 1928’de değiştirilmiştir. )

    Eğer dininizin emri gereği başörtülü, tesettürün şartlarını yerine getirmeye çalışan birisiyseniz ya da sakal bırakmış biriyseniz en çok karşılaştığınız tavır size yakıştırılan sıfat ‘Bu kesin muhafazakârdır’ oluyor. Her çeşit konuda sık sık ‘siz muhafazakârlar bu konuda ne düşünür? Siz muhafazakârlar ne tür müzik dinlersiniz, ne seyredersiniz, ne okursunuz?’ sorularıyla muhatap olmak zorunda kalıyorsunuz. ‘Ben muhafazakâr değilim, fakat İslam’da durum şöyledir’ diye anlatmaya başladığınızda karşınızdaki kişinin şaşkın bakışlarıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Bu tür olaylarla karşılaştığınızda, “muhafazakâr” kavramının üreticilerinin istedikleri bulanık ortamı nasıl oluşturduğunu görüyorsunuz. Kavram üreticilerinin zihinlerde meydana getirdiği algı yönetimi ile kimliğinizin ne olduğu konusunda mağdur oluyorsunuz.

    Bu algılayışın sebebi muhafazakârlıkla dinin, dindarlığın eşitlenmesi, yanlış algısından kaynaklıdır. Müslümanlığının gereğini yerine getirmeye çalışanlara muhafazakâr diyerek işin içinden çıkılmaya çalışılıyor. Oysa muhafazakârlık tarihin hiçbir zamanında İslam dininden neşet etmiş bir kavram olmamıştır. İslam tarihinin ne siyasi literatüründe ne de dini tanımlar kapsamında böyle bir anlamlandırma yoktur. Bu tanım Avrupa’da değişen siyasi olaylar sonucu ortaya çıkmış, olan düzeni savunan, korumaya çalışan kişileri ve partileri anlatır. Bizim tarihi serüvenimizde Avrupalıların yaşadığı türden deneyimler yoktur. İnsanların başörtülüleri, sakallıları ve İmam- Hatip Lisesi mezunlarını ‘muhafazakâr’ diye tanımlamaları, iktidar mensuplarının ‘Biz Muhafazakâr Demokratız’ demeleri sebebiyledir. Uzun cümlelerle kendi yormak istemeyenler durumu kısaltarak demokrat kısmını atıyorlar. Elimizde muhafazakârlık kalıyor. 

    Gözlerimizden ve gündemimizden kaçırılan diğer bir konu ise her görüşün, yapının muhafaza-kârı vardır. Cari olan sistemin devamından her daim faydalanırlar. Ülkemizde en muhafaza-kâr olan kesim ise solculardır. Yıl olmuş 2016 hâlâ milletin değerleriyle savaşmaktan geri durmazlar. Diğer bir kesim muhafaza-kârlar da serbest ekonomik sistemin iş adamları, temsilcileridir. Halkın üzerinden elde ettikleri servetlerini korumak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. 

    Kavramlar üzerinden oluşturulan kavga ortamı yaşadığımız dünyanın gerçekliğini görmemizi engelliyor. İnsan eliyle oluşturulan tanımlamalar başta İslam Dünyası olmak üzere tüm dünyayı savaş alanına çeviriyor. Bu ülkenin evladı olarak benim kimliğimi tanımlamak için “Müslümandır” ifadesi yeterince açıklayıcı, kapsayıcı, sonradan türetilmiş ‘batı’ çıkışlı kavrama sıkıştırılamayacak kadar nettir. Ayrıca batıdan ithal edilmiş, uyumlaştırılmış kavramlara da ihtiyaç yoktur.

    Muhafazakârlık, Türkiye siyasi tarihinin son on üç yıllık döneminde 28 Şubat’ın getirmiş olduğu korku tünelinden sebep kendi geçmişini inkâr edip hem içteki hem de dıştaki egemenlerle iş tutmayı kafaya koyanların kendini tanımladığı bir kavramdır. Bu milletin ruh kökünden gelen, genlerine kodlanmış “Milli Görüş” yerine seçim kampanyalarında yapılan halkla ilişkiler çalışmalarının sonucudur Muhafazakâr Demokrat’lık! 

    Bizce bir muhafazakâr demokrat tanımı yapmak gerekirse; cihad farzını terk ederek, küresel emperyalizmle hiçbir koşulda ters düşmeyen, cari olan düzenin değişmesine dair hiçbir fikri olmayan, ‘Yeni Bir Dünya’nın kurulmasına inanan insanları alaya alandır.

    Muhafazakârlar, siyaset sahnesinde 28 Şubat postmodern darbesinin sonucu olarak yer almışlardır. O süreçte yaşanılan baskı ve korku neticesinde ülkede oluşan vesayet sistemine karşı halkın, ‘özgürlük’ taleplerine cevap vermek iddiasıyla iktidara talip olmuşlardır. Ancak iktidarlarında mecliste temsil etmesi gerektiği bu ülke evlatlarının özgürlük taleplerini karşılamak yerine, ‘Batı’ tarafından çizilmiş çerçevenin dışına çıkmadan sadece kendi çıkarlarına uygun bir özgürlük sahası oluşturmuşlardır. Herkesin sevindiği kamu alanında serbest olan ama dünyanın egemenleriyle hiçbir derdi olmayan bir başörtüsü serbestliği!

    Uzun lafın kısası. Her sakallı dede, her başörtülü muhafazakâr değildir. Muhafazakârlıktan beriyiz!

    Milli Gazete/ 19 Aralık 2015



https://www.milligazete.com.tr/amp/makale/849736/elif-ors/her-sakalli-dede-her-basortulu-muhafazakar-degildir





Ey Sakallı Hüsnü Amcam! Senin Verdiğin Oyun Bedelini Gazzeli Bebekler mi Ödeyecekti?

Her şeye her duruma rağmen bir bayramı geçirdik. Dilerdik ki, yeni bir tazeleniş olsun, bir muhasebe olsun hac günleri. Müslümanlar Allah’...