Haziran 21, 2025

Ey Sakallı Hüsnü Amcam! Senin Verdiğin Oyun Bedelini Gazzeli Bebekler mi Ödeyecekti?

Her şeye her duruma rağmen bir bayramı geçirdik. Dilerdik ki, yeni bir tazeleniş olsun, bir muhasebe olsun hac günleri. Müslümanlar Allah’a teslimiyetlerini arttırsınlar, müslümanlar ancak birbirlerinin kardeşidir emrini uygulamaya koymak için bir irade göstersinler. Değişmeyen gündemimiz Gazze olmalıydı. Bayram sevincini yaşamanın yanında dünyadaki her müslüman kardeşimizin derdiyle dertlenelim. Gazze’den başka Sudan’daki iş savaşın da sonlandırılması için bir gündem yapalım. Doğu Türkistan’ı da sohbetlerimize katalım. En azından yan yana gelmiş iken dualarımıza ortak edelim beraberce. Kuran’da emredildiği gibi.

Ama yok! Erbakan Hocamızın “Sakallı Hüsnü” diye kavramlaştırdığı kitle aynı tas aynı hamam. Hâlâ aynı yerde. 1970’lerde, 1980’lerde, 1990’larda öğrendiği ezberleri tekrar edip duruyor. “Günümüze gel Sakallı Hüsnü amca, gel şu Gazze meselesinin çözülmesi için bazı konuları konuşalım.” Kendi oy verdiği parti 8 ay katil ile ticareti kesmemesine rağmen bunu da iktidar tarafından en üst yetkili kişi tarafından itiraf edilmesine rağmen Sakallı Hüsnü amcam mesele çözülmesine bir türlü gelemiyor. Aktroller tarafından piyasaya sürülmüş yalanları, iftiraları bir hakikatmiş ve kendi keşfetmiş gibi seslendirmeye devam ediyor. Bayram günü günahlardan arınma günü olacağına karşısındakini de günaha sokacak kışkırtmalarına, saldırılarına devam ediyor. Bu Sakallı Hüsnü’ler öyle ayet, sünnet bilmeyenler değil. Aksine bilip batıl hayatına, batıl tavrına, kötü davranışına ayet ve hadisten yol bulacak kadar “azamet, ruhsat” gibi konulara da hakim. Yirmi iki yıldır yaşananlar ortada iken bir kere bile “Ben acaba yanlış yaptım mı? Nerede yanlış yaptım? Bu kadar “bizden” adamlar yönetimde iken ülkemiz neden yolsuzlukta dünyada birinci oldu?” diye sorgulama yapmayan Sakallı Hüsnü. Böyle bir muhasebe yapmadan başkalarının günahları hakkında ise sanki Allah hakim olarak görevlendirmiş gibi davranmaktan geri durmaz. Ey Sakallı Hüsnü amcam, ülkeyi hem yaşanmaz hale getirmiş iken bir dakika dur dinle de insanlar belki senden daha iyi ve senden daha İslamî bir şey diyordur. Diyorsun ki Gazze’deki saldırılar durdurabilinir, Kürecik üssü kapatılsa katil israil kör edilir, ülkemizden petrol sevkıyatı durursa katilin enerjisi kesilir, tankları müslüman kardeşlerimizin evlerini, camilerini, hastanelerini, okullarını yıkamaz; uçakları kamplardaki çadırları bombalayamaz insanlar çadırlarda canlı canlı yanmaz. Yok Sakallı Hüsnü Amcam için önemli olan onun desteklediği lidere laf edilmemesi. Peygambere hakaret edildiğinde böyle tepki ortaya koymamıştın Sakallı Hüsnü amcam! Hayırdır, ne iş?

Ümmet olarak sorularımız ve sorunlarımız da apaçık bir şekilde ortada: Müslümanların ilk kıblesi insanlık dışı bir kavmin işgali altında. Bu kavim kendisini seçilmiş ırk olarak gören bir sapık zihniyete sahip. Bu sapık inanışın kapsamında bizim de topraklarımızın olduğu bir dünya hakimiyeti kurmak var. Bunlar beş bin küsür yıldır planlı ve programlı bir şekilde çalışıyorlar. Sapık hedeflerine ulaşmak için 2002’de Afganistan’ın işgali ile başladılar, 2003’te Irak’ı işgal ettirdiler, Amerika’daki uşakları eliyle de Fas’tan Endonezya’ya kadar dünya haritalarını değiştireceklerini ilan ettirdiler. Bundan sonra Arap Baharı ile başlayan süreçte Kuzey Afrika’dan Suriye’ye her ülkeyi bir şekilde karıştırdılar. Yeri geldi orduları ile işgal ettiler, yeri geldiler İslamcı dedikleri silahları örgütler kurdurarak vekalet savaşı ile coğrafyamızı karıştırmaya devam ettiler. Siyonist sapık zihniyetliler hedeflerine ulaşmak için de durmayacaklar. 

Sorun bu kadar açık ve net bir şekilde ortada iken çözüm yok mu? Çözüm de sorun ve mesele kadar net bir şekilde ortada: Müslümanların bir araya gelmesi. “Şiddetli bir şekilde kınamak” için değil harekete geçmek için. Müslümanların elinde 1970’lerde, 1980’lerde olmayan imkanlar var. Hani Sakallı Hüsnü amcamın bir türlü çıkamadığı o senelerden daha fazla güce, mala, mülke, yetkiye, bilgiye sahip müslümanlar. Çok daha fazla uluslararası camianın bilgisine, refleksine sahipler. O günlerden çok fazla tekniğe ve teknik bilgiye sahipler. 

Müslümanlar birçok bölgesel birliktelikler kurdular. Hep söylüyoruz, anlaşılana da ve uygulanana kadar da söylemeye devam edeceğiz. Sadece D-8’ler harekete geçseydi zamanında şu an Gazze kuşatılmış durumda soykırıma maruz kalmayacaktı. D-8’lerin sadece ekonomiye dair projeleri harekete geçmiş olsaydı siyonistlerin dünyada kurduğu faizci kapitalist sistem zarar görecekti. Ve israil’e ne silah ne mal ne petrol gidiyor olacaktı. Şimdi siyonizmin ürettiği deterjanını almayarak boykot yaptığını düşünen başörtülü Hüsniye Teyzem! Sen zamanında D-8’leri harekete geçmesi konusunda oy verdiğin partiye zamanında baskı yapsaydın şimdi misler gibi D-8 ülkelerinin mallarını kullanır olacaktın! İşgalci İsrail de bu kadar güçlenemeyecekti.

Her şeye rağmen hâlâ yapılacak çok konu ve faaliyet var. Ama bir şey eksik: müslüman coğrafyaları yöneten yetkililerde “irade” eksik. Özellikle ülkemizde iktidar hâlâ bir seçim sonrası oy alabilmek için müslümanların enerjilerini tüketiyor. Gazze’de anne karnındaki bebekler katil tarafından hedefe konulurken bizim iktidar insanların algıları ile oynamaya hâlâ devam ediyor.

Bayramı bizlere zehir eden Sakallı Hüsnü Amcam! Bize cevap verme yarışmasına girdiğin kadar şöyle kafanı kaldırıp bir dünyaya baksan göreceksin hangi suça ortak olduğunu! Zira dünyanın geldiği bu nokta senin verdiğin oylar sebep oldu. Erbakan Hocamız ve Saadet Partisi “oy vermek sorumluluktur” dediği zamanlarda oğlunu devlet kadrosuna yerleştirmenin bedelini şimdi Gazze’de doğalı bir ay bile olmadan ölen bebeler, senin desteklediğin siyasiler irade koyamadığı için Gazze’ye yemek ve içecek girmediği için açlıktan ölen ilk okula bile gidemeyen çocuklar ödüyor. Sakallı Hüsnü Amcam başkasına saldırmadan önce sebep olduğun yıkımları bir düşün, çünkü ahirette hesabı Allah görecek. Allah’a da “onların bir bildiği vardı, ondan oy verdim” demen seni kurtarmayacak.


https://www.milligazete.com.tr/makale/20555801/elif-ors/ey-sakalli-husnu-amcam-senin-verdigin-oyun-bedelini-gazzeli-bebekler-mi-odeyecekti


Mayıs 31, 2025

Bir Teşehhüd Miktarı Susmak



“Yaz dışarıda seni bekliyor…

Her şeyi bırak, çık dışarı, biraz sus”*

Böyle diyerek dikkat çekiyor şair yaz mevsimine. Belki de pazarlanan yaz mevsimi algısına muhalefet ederek başka bir bakış açısı getiriyor. Deniz, kum, tatil ve ne kadar boş iş varsa yapılan bir mevsim olmaktan öte bir tefekkür ayı olduğunu söylemek istiyor. İnsanların gündelik dediği hayat safsatasına bir es verilmesi, bir mola alınmasını dile getiriliyor. İnsan her şeyi bıraktığında hayata bakacak başka pencerelerin varlığını fark edebileceğine dikkat çekiyor. Gürültüden kurtularak bir teşehhüd miktarı susmak insana şifa olacaktır. Şair insan olma sorumluluğunu kuşanarak bitmeyen bir şarkının nakaratını tekrar ediyor. ‘Yaz dışarıda seni bekliyor.’

Ev-yol-iş/okul bermuda şeytan üçgeni arasında kalan modern zamanın ve kent yaşamanın insanı, dışarı çıkmalıdır. Standart yaşamın heyulasında boğulan ve kaybolan insan nefes almalıdır. Yaşadığı hayatı anlamak için rutinin dışına çıkmalıdır. Belki bir şiir okumalı, belki sokakta top oynayan çocukları seyretmeli, belki bir pamuk şeker satan amcadan bir pamuk şeker almalıdır. Kentin yenilmez ve geçilmez sınırlarının dışına çıkmalı, boynunu azıcık mezarlara ve mezar taşlarına uzatmalıdır. Kimler, geldi ve geçti bu dünyadan?  Ve şimdi en büyük dertleri nedir kabirlerdekilerin? Bir daha düşünmelidir, kaç zaman daha o yollardan geçeceğini.

“Yaz bütün ihtişamıyla

 Hatırlatsın sana unuttuklarını 

Göstersin sana görmediklerini

Ve canlandırsın seni.”*

“Hafıza-ı beşer nisyanla maluldür” demiş atalar. İnsanın acizliğini anlatmak için. İnsan zaman zaman en hatırda tutması gerekenleri unutur. Hayatiyetini devam ettirecek değerler bir bir yitip giderken, insan neyi hatırlayacak bunları da unutur. Nereden geldi, nereye gidiyor? Bu dünyada ne işi var? Ne zamana kadar bu dünyada bir yer kaplayacak? Unutur insan elinde olmadığı şeyler üzerinde sahiplik davası iddia ederken. 

Nereye, nasıl bakması gerektiğini bilemez insan. Hayat denilerek ataların ‘yaşamak’ diye önüne sunduğu dayatmaları sorgulayamaz insan. Çalışmak için yaşanmaya müsaade edilen bir çağda bakamaz etrafına ‘ne var, ne yok’ diye. Göremez ki, tükettiği ömrü kendi istediği şekilde yaşayamamıştır. Emanetçidir de dünyada, aldığı nefesi geri vermeye bile gücü yoktur da, yine de mal sahibi gibi davranmaktan geri durmaz. Göremez olup biteni; mal sahibi, güç sahibi olmanın getirdiği kibirle. Hatırlamaz, bütün güçlerin kaybolduğunda bile geçerli olanın insan kalmak olduğunu.

Gece şehrin seslerini duymaz, toplumun dertlilerinin ahını. Bir yetimin göz kenarlarında ki, gözyaşına şahit olmaz. Umudu çalınan bir gencin yüreğindeki sıza çare olmaz. İnsan bu, unutmuştur nereden geldiğini. Hep iki eli ve iki ayağı sağlam olacaktır, kimseye muhtaç olmayacaktır. Gençliğindeki güzelliği, dinçliği devam edecektir. Başını o iki elinin arasına alıp düşüneceği vakitler gelmeyecektir. Aklına gelmez ki, bir gün o tenin buruşup kala kalacaktır, yazın kurumuş toprak gibi. Hiçbir şey ona ölümü hatırlatmamaktadır. Aldığı takdirler, gördüğü iltifatlar hep devam edecektir sanki.

Yaz, lisan-ı hali ile hatırlatır baharda yeşillenen, canlanan doğanın bir gün muhakkak susuz ve kurak bir dönem göreceğini. Yazın yaşanan hareketliliğinin aslında geri dönüşü olmayan bir sona doğru gittiğini anlatır. Baharda filizlenip, gelişip, büyüyen ürünlerin yaz aylarında artık hasat mevsimine durduğu gibi yaratılan her şeyin bir gün muhakkak hasat mevsimini yaşayacağını hatırlatır. Yaz, baharda ne ektiysen, yazın eline geçecek ürün odur, der. Yaz, insana sanki ömrünün gençlik evresini nasıl geçirdiysen, ihtiyarlığında onu biçeceksin, der.

İnsan nedir ki, ömrünü bir aylık maaş için çalışarak heder etsin. İnsan o kadar değersiz midir ki, hesap vereceği bir ömrü maaş bordrolarında tüketsin. Eşref-i mahlûk olarak yaratılan insan suni gündemlerde hayatını mı harcayacaktır? İnsan, sabah uyandığında bir defa olsun gökyüzüne bakmadan, mahmur bakışlı komşusuna selam vermeden, ter kan içinde top peşinde koşan çocuklarla iki tur atmadan, ununu eleyip eleğini asmış kahvede oturan amcayla sohbet etmeden, güneşin yakıcılığından su parçası arayan serçelere bir kap su vermeden ölmemelidir. Hayatın ilahi sese engel olan tantanasından kurtulmalıdır. Yanına bir kitap, bir şiir, bir ayet alıp dışarı çıkmalıdır.

“Nerede olursan ol, 

Ne yaparsan yap!

İster uzun yollara düş, 

İster aynı pencereden seyretmeye devam et her şeyi,

Ama gördüklerin yeni olsun.”*


*Şairi bilinmeyin bir şiir


2017 Temmuz/ Maaile

Mayıs 09, 2025

Direniş Artık Her Yerde!

         Dünyada üniversitelerde başlayan Filistin’e destek eylemleri liselere kadar inmiş durumda. Amerika’nın önde gelen üniversitelerdeki Filistin için kamp kurma, nöbet tutma eylemleri dünyanın farklı coğrafyalarında üniversite öğrencilerinin ülkelerinin polislerin şiddetli müdahalelerine, tutuklanmalarına rağmen artarak devam ediyor. Mesela sömürgecilik konusunda dünya tarihinde bir numara olan rahmetli Şaban Teoman Duralı Hocamızın “Çağdaş-İngiliz Yahudi Küresel Medeniyeti” şeklinde kitaplaştırdığı İngiltere’de de her geçen gün Filistin’e destek veren üniversitelerin sayısı artıyor. Dünyanın tüm coğrafyalarında halkları soykırıma karşı tavırlarını ortaya koymaya devam ediyor.

Yazımızın başında Filistin’e destek, soykırıma karşı olan eylemlerin liselere kadar indiğinden bahsetmiştik. Fransa’da bu haftanın başından itibaren Fransız lise öğrencileri okula gitmeyerek "Gazze'de ateşkes sağlanana kadar lise derslerine girmeyeceğiz…" açıklamasını yaptılar. Liseler Birliği olarak “Filistin için liselerimizi kapatalım! Pazartesi gününden itibaren Gazze’de ateşkes ve Filistin devletinin tanınması için liselerin abluka altına alınması çağrısında bulunuyoruz. Columbia'dan Fransa'daki liselere kadar seferberlik gerçekleşecek.” eylemlerini ortaya koydular. Gazze’de ateşkes ve Filistin devletinin tanınması nedeniyle 6 Mayıs’ta onlarca lisenin kapatıldığını açıklayan liseler birliği “Amerikalı öğrenciler Joe Biden’ı İsrail’e karşı tutumunu sertleştirmeye zorluyor. Aynısını Emmanuel Macron için de yapmalıyız. Tüm uluslararası toplum ikili konuşmayı durdurmalı ve ateşkes uygulamalıdır. Bu orantılı bir tepki değil, soykırımdır.” açıklaması ile de hedeflerinin ülkelerini yöneten iktidarı, soykırımcı israil’e karşı tavır sergilemeye itmek olduğunu belirtiyorlar.

Fransa liseler birliğinin 3 Mayıs’ta yaptıkları basın açıklamasını tamamıyla yazıya ekliyorum: 

“Öğrenciler Gazze Şeridi'nde devam eden soykırıma karşı birkaç gündür dershanelerini işgal ediyor ve ablukaya alıyorlar. Bu öğrencilere ağızlar kapatılıyor ve aşırı derecede şiddetli polis baskısına maruz kalıyorlar. Öğrenci kardeşlerimiz her şeye rağmen Gazze Şeridi'nde ateşkes ve Filistin devletinin Fransa tarafından tanınması için seferberliklerini sürdürüyor. Aynı zamanda Netanyahu'nun suç hükümetinin emriyle sendikalar ve siyasi aktivistler savcılar tarafından baskı altına alınıyor.


Soykırımı durdurmak için genel seferberlik zamanı geldi ve 35.000 Gazzeli İsrail ordusu tarafından öldürüldü. Bir hafta önce başlatılan öğrenci hareketinin başlangıcından bu yana lise öğrencileri de fakülte ve okullarda harekete geçen öğrencilere destek veriyor. Şimdi ders çalışma yerlerimizi işgal etme ve engelleme sırası bizde.


Bu nedenle, Gazze Şeridi'nde ateşkes sağlanması ve Filistin Devleti'nin Fransa tarafından tanınması için, özellikle 6 Mayıs Pazartesi gününden itibaren tüm kurumların işgal edilmesi ve abluka altına alınması yoluyla lise seferberliği çağrısında bulunuyoruz.


Columbia'dan Fransa'daki liselere kadar lise seferberliği gerçekleşecek.


Paris’te,

03/05/2024”

Lise öğrencileri adına açıklama yapan öğrenci Fransa genelinde ilk defa liselerin barış nedeniyle kapatıldığını ifade ederek “Refah’ı her an tehdit eden saldırıyla karşı karşıya kalan bu ülkedeki her lise öğrencisinin harekete geçme görevi var.” diyerek aslında aylardır soykırımcı, işgalci, katil ile ticaret başta olmak üzere her ilişkiye devam eden müslüman liderlere görevlerini hatırlatıyor. 

Aksa Tufanı, dünyada yeni bir dalga oluşturdu. Allah’tan başkasına kul olmayan Filistinlilerin direnişi; kendisini tanrının seçilmiş kulları yalanına yapışarak yıllardır kan, gözyaşı ve zulüm üreten, dünyayı tüm kılcal damarlarına kadar sömüren siyonist batıl zihniyete karşı; insanlık zihninde ve yüreğinde bir fark ediş oluşturdu. Filistinlilerin yıllardır dar bir coğrafyada devam eden direnişini; yıllardır siyonizmin kitle iletişim araçları, akademi dünyası, ekonomik ve siyasi güçler ile oyaladıkları halkların tam ortasında başka bir direnişin yeşermesine sebep oldu. 






9 Mayıs 2024

https://www.milligazete.com.tr/makale/20122760/elif-ors/direnis-artik-her-yerde?fbclid=IwY2xjawKKn0BleHRuA2FlbQIxMABicmlkETFGS1Fiek1FSnhpdjBUbmV2AR73-YEYaqi31tfl2R-kOrrSstismZ77Sxs3fKmvfCryc0exP2m7hfs2ddn3AQ_aem_RmXIUDrUwT2cX5yHQZhmAQ

Nisan 01, 2025

Yürümek İnsan Kalmanın İlk Adımıdır

    Hastanelere baktığımızda ülkede sağlıklı insan kalmadığını gözlemliyoruz. Yaşlısından çocuğuna her yaş aralığınıdan insan hastanelerde ömür geçiriyor. Önceleri yaşlılara ait olan hastalıklardan artık bir insanın en sağlıklı olacağı dönem gençlik döneminde insanların muzdarip oldukları vaka sayısı artıyor. İlk okula giden çocuklarda kalp krizleri, şeker hastalıkları gibi hastalıklar zuhur ediyor. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde şeker, tansiyon, üst solunum hastalıkları, alerji, obezite gibi daha bir çok rahatsızlıklar mevcut. 

    Doktorlar, uzmanlar yaşadığımız bu muazzam hastalıkların temelinde hareketsizlik ve beslenmenin yattığı gerçeğini ifade ediyorlar. Tüketim toplumunu oluşturmak için üretimden tüketim alanlarına kadar kurulan sistem, şekillendirilen hayat insanı hareketsizleştirmiştir. “Zaman nakittir” sloganıyla üretilen her ürünün insana “zaman kazandıracağı” bireyin kendine daha fazla “zaman” ayıracağı pazarlamasıyla insan makinalara bağımlı hale getirilmiştir. İnsanoğlu en küçük işinde bile makinasız yaşayamaz hale gelmiştir. Kentler insanlara göre değil arabalara göre planlanmış, yaya yolları, bisiklet yolları daha insanlığın gündemine yeni girmiştir. Evden başlayıp insanın günlük yaşamını sürdürdüğü her alan bizi, insanı biraz daha hareketsiz kılmak üzere inşa edilmiştir. Sonuç ise hastane kuyruklarında o tahlilden bu tahlile koşuşturan hastalar.

    Beyin üzerine çalışan ve tıp alanında uzmanlar insan beyninin ve bedeninin hareket üzerine yaratıldığını, bedenin ve beyinin hareket için tasarlandığını söyler. Tabiri caizse insanın yazılımı hareket program üzerine kodlanmıştır, tasarlanmıştır, yaratılmıştır. Uzun süre masa başında ya da durarak çalıştığımızda ayağa kalkıp hareket yaptığımız zaman algılarımız açılır ve beyinin dikkati, bilinci, kavrama kapasitesi artar. Unutmayalım ki, beyin hareketli organizmalarda mevcuttur.

Yaşadığımız mekanlara, kentlere, çalıştığımız iş yerlerine bakalım. Tüm çalışmalar insanın fabrikalarda daha fazla çalışabilmesi, kapitalizmin seri üretim hattında daha verimli çalışabilmesi üzerine kurulu. Herkes metroların, tramvayların, otobüslerin insanların refahını sağlamak, konforunu arttırmak, ulaşımını kolaylaştırmak için yapıldığını düşünür. Oysa ilk yapılan metro kentin kıyılarından, kırsalından gelip fabrikalara, işyerlerine giden işçilerin kentin merkezindeki görüntüyü bozmaması, işçilerin bulundukları yerden getirdikleri pisliklerle kentin merkezini kirletmemesi için yapılmıştır. Ayrıca bu hızlı ulaşım sistemi ile yolda daha az yorulan işçi üretim/montaj hattında daha verimli çalışacaktır. Böylece insan daha az yürüyecek, daha az insan kılan hareketleri yaparak çalıştığı fabrikadaki makinaların bir uzantısı olarak hareket edecek düzeyde olacaktır.

    Biz dünyaya insan olarak geldiysek ve bu dünyadaki yaşamamız insan kalmak üzere ise neden böyle bir sistemde var olmayı sorgulamayız? Normal yaşamda hareketsiz bırakılan insan üzerinden şimdi de fitness, spor klüpleri sektörüne mahkum edilmiş durumda. 

Bu konu hakkında Mimar Turgut Cansever, Beyazıt Meydanı’nın düzenlemesinde, meydanı yayalara açacak şekilde düzenlemelere gidilmesi için çalışmıştır. Cansever’e göre yürümek bir noktadan diğerine ulaşmak için gerçekleştirilen fiziki bir aktivite değil, düşünsel gelişimin bir aracı olarak kabul etmiştir. İnsanı ‘yüce varlık’ statüsünde gördüğü için birey yararına Beyazıt Meydanı’nı yayalaştırmıştır. Cansever, meydandaki motorlu taşıt yolları ve karayolu kavşağı kaldırarak şehirlinin meydanı bir bütün olarak yaşaması için çalışmıştır. 

Yürümek meselesi için şu cümleyi kurabiliriz böylece: Yürümek insan kalmanın ilk adımıdır. İnsanı diğer yaratılmışlardan ayıran düşünebilmesidir. Doğada gördüğü güzellikleri idrak edebilmesidir. İnsanı insan kılan yaşadığı yeri, mekanı güzelleştirebilmesidir. Yürümek, düşünsel yolculuğumuzda insanı, bizi besleyen; dünyada neden yaratıldığımızı hatırlatan bir faaliyet demektir. Mekan ve zaman bağlamı kopmayan insan yaşadığı dünyayı iyi bir şekilde muhakeme eder.

    Demek ki liderlerin ve topluma önder olanların yürüyüşleri boşa değilmiş: Peygamber Efendimiz’in (sav) peygamber olmadan önce Hira’ya doğru yürüyüşleri, Erbakan’ın Kudüs Yürüyüşü, İzzetbegoviç’in Saraybosna yürüyüşleri, Mehmet Akif’in gideceği her yere yürüyerek gitmesi, İslam şehirlerinin insanın yürüyebilmesi üzerine inşa edilmesi, Hindistan’da sömürgeci İngiliz güçlerini süren Gandi’nin Tuz yürüyüşü…

    Ne dersiniz, insan kalmak için “yürüme hakkımızı” talep etme vakti gelmedi mi?


1 Nisan 2021

https://www.milligazete.com.tr/makale/6878503/elif-ors/yurumek-insan-kalmanin-ilk-adimidir



Ocak 23, 2025

Şu Goebbels Ne Demiş?

Üniversitede İletişim fakültelerinde II. Dünya Savaşı kitle iletişim araçlarının kullanımı açısından önemli bir yere sahiptir. Uluslararası iletişim konusunda II. Dünya Savaşı sürecinde tarafların halklarını ve düşmanlarını manipüle etmek için kullandığı “propaganda yöntemleri” günümüz dünyasında hâlâ kullanılmakta sonuçta. 

II. Dünya Savaşı’nda yazılı kitle iletişim araçlarının yanında sesli ve görsel kitle iletişim araçları olan radyo ve filmlerin kullanılması ile tüm kamuoyunun düşüncelerinin ve fikirlerinin yönlendirilmesi sağlanmıştır. Yazılı kitle iletişim araçları, tüm kitleyi etkileme noktasında yetersiz kalıyordu. Vatandaşların sadece okuma yazması olanlara hitap ediyordu. Radyo ve film ise her seviyede ve her yaştaki insanın algılayabileceği içeriklerin üretimine uygundu. Hareketli resimlerden oluşan filmler insan zihnini daha kolay manipüle eden bir araçtır. Fotomontaj bu durumu anlamak için en iyi örnektir. Birbiri ile mekansal ve zamansal bağlantısı olmayan farklı görüntüleri yan yana getirip tek bir görselde birleştirildiğinde sanki o durum gerçekmiş gibi algıyı toplum zihninde çok rahat oluşturulur. Bu yöntemle siyasi rakipler birbirleri hakkında yalan bilgiyi çok kolay bir şekilde kamuya mal ettiler.

II. Dünya Savaşı denilince muhakkak ilk akla gelenlerden biri Hitler’in “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığını” yapmış Goebbels (Dr. Paul Joseph Goebbels)’tir.  Adolf Hitler’den “Halkın Führer’ini (önder)” Almanların zihninde oluşturan kişi.1933 yılında Nazilerin Almanya’da iktidara gelmesinin ardından bakan olarak atanan Goebbels ilk iş olarak Nazi karşıtı yazarlar tarafından yazılmış 20 binden fazla kitabı Berlin'in Bebel Meydanı'nda yaktırmıştır. Daha sonrasında da Almanya’daki basın üzerinde tam kontrol sağlamıştır. Yani Goebbels, ülke içinde halkın bilgiye erişimini kontrol etmiştir. Goebbels’in ısrarlı çalışması ile savaş zamanı Almanya'da çekilen filmlerin yarısı propaganda filmleri ve savaş propaganda filmleri oldu. Bu açıdan da iletişim fakültelerinde Goebbels’in propaganda metodu ders olarak işlenir.

Hitler’in her yaptığına tevil üreten, kitlelerin gerçek algısını yalanlarla manipüle eden, Berlin düşene kadar sanki savaşı kazandıklarına Almanları inandıran Goebbels’in, kitlelerin yönlendirilmesi, inandırılmasına dair sözlerinden birkaçını buraya not düşeceğim. Yüksek lisans tezini hazırlarken siyasal iletişim araştırmalarımda gözüme takılıp kenara not etmiştim. 


Nazi propaganda bakanı Goebbels'in bazı sözleri:


“Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır. Olmazsa, yalana devam edin.”


“Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanırlar.” (Kitle iletişim araçlarının yani medyanın gücü herhangi bir konu hakkında içeriği sürekli tekrarlamasından gelir. Hedef kitlede bir düşüncenin, fikrin, duygunun yerleşmesi için tekrar en önemli araçtır. Bu gerçeği atalarımız “Bir adama kırk gün deli dersen deli olur” şeklinde formüle etmiştir.)


“Bir insana yalan olsa bile bir söylemi sürekli tekrarlarsanız, o söylemin nereden geldiğini unutur ve kendi fikri gibi benimser ve savunur.” 


“Söylediğiniz yalan ne kadar büyük olursa o kadar etkili olur ve insanların o yalana inanması da o kadar kolaylaşır.”


“Halkı her zaman ateşleyin, asla soğumasına ve düşünmesine izin vermeyin.”


“Halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır.”


“Sadece bir rakibinize odaklanın ve kötü giden her şeyin suçunu onun üzerine yıkın.”


“İlk sözü kim ne kadar güçlü ve bağırarak söylerse, o kazanır.”


Goebbels’in bu sözlerinden de anlaşılacağı üzere akla gelebilecek her türlü hilenin, yalanın, çarpıtmanın ve iftiranın siyasal iletişimde kullanmasını meşru kabul edildiğini görüyoruz. İşin iç acıtan tarafı ise müslüman coğrafyada Goebbels’in bu sözlerine sahip çıkarak yıllardır kara propaganda ile insanımızın zihni algılarla dolduruluyor. 

Ülkemizde özellikle iktidarın eliyle ülkedeki neredeyse tüm iletişim kanalları üzerine tahakküm kurularak kaynağı belirsiz aslı astarı olmayan olaylarla insanımız oyalanmakta, zihni bulandırılmaktadır. Milletimiz ülke gerçeklerinden uzaklaştırılarak toplum içinde kamplaştırmalar ile milletimiz birbiri ile konuşamaz hale getiriliyor. Kara propaganda ile kitlelerin zihinleri kullanmaktan uzaklaştırmak için duygulara hitap ederek taraflar birbirine karşı kinle ve düşmanlık aşılanıyor.

Her ne olursa olsun kısa dünya hayatı için makamda kalmak adına üretilen yalanların ahirette hesabı kolay olmayacaktır. Yalanla, iftira ile birbirine düşmanlaştırarak elde edilen hiçbir şeyden hiçbir kimseye hayır gelmeyecektir, gelmemiştir. Bunun en iyi ispatı da Goebbels’in sonudur. Goebbels düşman eline geçmemek için çocukları ve eşini öldürerek intihar etmiştir. 

Müslümanın bu dünyada ne yapacağı bellidir. Peygamber Efendimiz yalan söyleyenin hükmünü de söylemiştir.


21 Mart 2024

https://www.milligazete.com.tr/makale/19631127/elif-ors/su-goebbels-ne-demis





Ocak 13, 2025

Türkülerle Türkiye’m!

Yıllar yıllar sonra aklı selim, yaratılış gayesine karşı sorumluluğunu taşıyan, delillere dayanarak gerçeğin peşinde koşanlar tarih kitaplarında günümüzü yazarlarsa muhtemelen şunları yazacaklar: “Ülkenin yeni yüzyılında “Irmağının akışına ölürüm Türkiyem” türküsünü söyleyenler ile “Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya” şiirini okuyanların cennet vatanın insanlarını, geleceğini, ormanlarını, ırmaklarını, ovalarını, tarım alanlarını, tarihi mekanlarını, madenlerini, hava sahasını talan ettiler.” 

İktidarın eliyle içine atıldığımız ekonomik krizin sebebi iktidar taraftarlarının iddia ettiği gibi pandemi sürecinde alınan yaralar değildir. Türkiye’deki ekonomik kriz 2018’lerden itibaren bağıra bağıra gelen bir krizdir. Krizin de temeli 2002’ye kadar dayandırabiliriz. Aslında daha öncede kriz vardı. Fakat AKP iktidarı milletimizden oy alırken milletimizi ekonomik dar boğazdan kurtarmak için oy aldı. Sonuç, o zamana kadar yapılan fabrikalar özelleştirme adı altında haraç mezat satıldı; tarım ve hayvancılık kademe kademe küresel güçlerin istediği doğrultuda iş gücü hizmet sektörüne kaydırarak milletimiz üretim alanından uzaklaştırıldı. Ve sonuç ülkede çalışan nüfusun yüzde altmışı asgari ücretle çalışır hale getirildi. Özelleştirmeler sonucu iktidarın dediği gibi devlete yük olan sektörler elden çıkarılmadı. Şeker fabrikaları gibi havada, karada para kazandırıp kâr ettiren kuruluşlar satıldı. Ülkenin alanında tek hizmet veren PTT elden çıkarıldı. Daha sonra zarar ettiği zaman yine geri alındı PTT. Sadece PTT’nin özelleştirilmesi ile milletimiz iki kez zarara uğratıldı. Bunun sonucu deprem olduğunda çalışmayan bir telefonlaşma sektörü.

Ekonomide yaşadığımız talandan birkaçını yazabildik. Bu ekonomik sıkıntı içinde iktidar mensupları 4-5 yerden maaş alıp bir eli yağda bir eli balda yaşarken dört beş yerden maaş alanların sebebiyle işgal edilen mevkiler yüzünden iki üniversite bitirip hâlâ işsiz gezen gençlerimiz arttı. Hatta artık “ev genci” diye yeni bir ekonomik tanımımız oldu. İşsizlik genç nüfus içinde en büyük problemlerden biri iken son alel acele millete rüşvet babından problem çözmüş gibi oldukları EYT’liler ile beraber artık çalışan nüfus emeklilerin   dengesi bozuldu. Böyle talan tarihte başka yerde görülmüş müdür? Uzmanları bizi aydınlatırsa seviriniz.

“Irmağının akışı” diye miting meydanlarında, sosyal medyada gezinirken meseleleri çözme makamında olanlar yanlış planlama (bunu iyi niyetle yazdık, yoksa hangi yandaş, candaş iş adamına ne kazandırılmak istenildi bilemeyiz) sonucu Karadeniz’de akan her ırmağa bilmem kaç tane HES yapılarak ırmaklar kurutuldu. Irmaklarına, çevrelerine sahip çıkmak isteyen köylüler güvenlik kuvvetleri ile karşı karşıya getirildi. Unutanlar İkizdere’de olanlara dönüp bir bakıversin.

Irmaklarımızın başına bunlar geldi de göllerimiz ellerinden kurtuldu mu? Adı “Dipsiz Göl” bu dönem dibini gördü. Dipsiz Göl define arama safsataları içinde kurutuldu gitti. Dışarıdan su taşınarak eski hale getirilerek doldurulmaya çalışılıyordu. Ama o eski Dipsiz Göl olur mu? Atalarımız boşuna dememiş “Taşıma su ile değirmen dönmez.” Diğer çok bilinen gölümüz “Türkiye’nin Maldivleri olarak bilinen Burdur’daki Salda Gölü” gözümüz önünde talan edildi. “Ayak basılmasın” derken ne hale getirildi? 

“Ölürüm Türkiye’m” diyerek ovalarımızın ortasına TOKİ’ler yaptık. Oysa tarihte atalarımız tarım için kullanılacak alanları tarıma ayırıp verimsiz yerlere evler yapmışlar, mümkün oldukça tarım arazileri başka işlerle işgal ettirmemişlerdir. Son yıllarda Trakya’da ayçiçek tarlaları da dahil birçok ovamız inşaata açıldı. Verimli topraklarımızın bağrı betona gömüldü. 

Hasankeyf’ten başlayarak birçok tarihi eserimizin restorasyondan sonra çıkan tablo yüzünden “Keşke restore edileceğine kendi kendine yıkılaydı” denildi. İşi ehline vermemenin en acı sonuçlarını tarihi eserlerimizde gördük. Depremde yıkılan Gaziantep Kalesi’nin yıkılan bölümlerinin sonradan restore edilen kısımları olduğunu tarihçiler üzüntü içinde anlattılar.

Kaz Dağları, Akbelen ormanları, yanan ormanlar… Yanan ormanların yerinde birden biten oteller… Her maden aramasının altında çıkan yandaş kurum ve kuruluşlar… 

Bu ülke hepimizin! Geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimiz… Bu ülkeye hizmet için belli makamlara taşınan kişilerin görevlerini yerine getirmesini beklememiz hepimizin hakkı. Sizden kimse “ülke için ölmenizi” beklemiyor. Ülkemizi talan ettirmeyin. Yasaların verdiği yetki etrafında milletimize, devletimize, bayrağımıza hizmet edin. Vatandaşlarımızın beklentisi bu cennet vatan ülkede insanca yaşayabilmek. Yeri gelince bu ülkenin her evladı ülkesi için canını verir; geçmişte atalarının yaptığı gibi. 

Ama korkarız bazı gerçekleri idrak ettiklerinde durum Temel Karamollaoğlu’nun işaret ettiği yere gelecek: "Bir Kızılderili deyişiyle bu arkadaşlara seslenmek istiyorum; 'Son fabrika satıldığında, son üretici toprağını terk ettiğinde, beyaz AK Partili adam beton ve asfaltın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak!” 


10 Ağustos 2023/ Millî Gazete

https://www.milligazete.com.tr/makale/16043761/elif-ors/turkulerle-turkiyem

Aralık 24, 2024

“Büyük Oyunu” Artık Bozun!

     İnsanların zamanla kazandığı alışkanlıkları vardır; iyi ya da kötü. Alışkanlık haline geldiği için insana özündeki cevheri harekete geçirmesini engeller. Bulunduğu noktadan adım atmasını engeller. Belli bir zaman sonra otomatik hale geldiği için de insandaki heyecanı, merakı, harekete geçme motivasyonunu azaltır. Hele de kötü alışkanlıkların sonuçlarının kötü olduklarını görmüşlerdir ama kendilerini bir türlü alı koyamamışlardır o alışkanlığı elde etmekten. İnsan bu durumu farkettiğinde de ömrünün geri kalanını o alışkanlıklarını bırakmak için harcar. Merak yüzünden deyin, zayıflıkları yüzünden deyin.

    Toplumların da böyle kötü alışkanlıkları vardır. Dillerden dile nesillerden nesile aktarırlar. Ama genelde de o alışkanlıkları bırakma dertleri olmaz. Bizim toplumumuz için bu şu cümle ile vücut bulmuştur: “Türkiye üzerine çok oyunlar oynanıyor. Ülkemiz üzerine “büyük oyun” oynanıyor.” Bir de bunu ilk defa kendileri keşfetmiş gibi ekranlarda konuşanlar var ki, evlere şenlik. Evet, ülkemiz bulunduğu coğrafya ile sahip olduğu köklü geçmiş ve gelecek potansiyeli ile birçok küresel planların hedeflerindedir. Ama arkadaşlar bu yeni bir durum değil ve bunu ilk söyleyen siz değilsiniz.

Tarih boyunca dünyada siyasi alanda hakimiyet elde etmek isteyenler Anadolu coğrafyasına hakim olmak için ayrıca çalışmışlardır. Biz bu coğrafyada Anadolu Selçukluları dahil bin senedir varız. Osmanlı’nın son dönemlerini bu topraklarda tutunma çabası olarak yorumlarsak yanlış bir şey yapmış olmayız. Osmanlı’nın en kuvvetli olduğu dönemlerde de dahil zaten hep hedefte idik. Erbakan Hoca’mızın Almanya’da bir makina mühendisi öğrencisi olarak tanık olduğu olaydan sonra hocası Mehmed Zahid Kotku hazretlerine yazdığı mektuptan beri “Ortadoğu ve Türkiye üzerindeki” oyunlardan ve planları biliyoruz. Yeni bir şey keşfetmiş gibi yapmanız sebebi nedir?

Mahalle kahvelerinden tut en derin stratejik konuların ele alındığı kurumsal çalışmaları yapan yerlerde de bu konu değişmeyen gündem maddesi. “Artık bu meseleyi konuşma alışkanlığından vazgeçip harekete geçmenin zamanı gelmedi mi? Bu sözü milletimizin direnç noktasını kırıp hareketsiz hale getirecek halden çıkarıp aksiyon haline getirecek bu topraklara dair bizim planlarımızı konuşmanın vakti gelmedi mi?” Diye düşünceler geçiyorsa aklınızdan kusura bakmayın da kendi ülkenizin yakın siyasi tarihini bilmiyorsunuz demektir. 

Milli Görüş bu topraklar üzerine yapılan planları bozan tek siyasi görüş ve güç olmuştur. Milli Görüş; hem küresel güçlerin ülkemiz üzerinde oynamak istediği planları aşikar etmiş, hem bu hareketleri durdurmak için gayretle çalışmış hem de kendi toprağı üzerine kendi “büyük oyununun kurucusu” olması için görev üstlenerek D-8 gibi küresel bir kurumu çok kısa zamanda kurmuştur. Bu uğurda dört partisi kapatılmış, kitlesi birden fazla siyasi yapıya bölünmüş, ülkemizden daha fazla küresel operasyonun hedefi olmuştur. Milli Görüş’ün son partisi Saadet Partisi de ülkemizin üzerine oynanan oyunların bozulması için ellerinden gelen tüm çalışmaları yapıyorlar. Örneğin son seçimdeki tavrından bunu rahatlıkla okuyabiliriz. 

Bu gerçekleri gözardı ederek hâlâ “Türkiye üzerine çok oyunlar oynanıyor.” sözünü dillendirenler şu an milletimizi oyalamaktadır. Çözümü apaçık şekilde ortada duran D-8’leri harekete geçirmek için çalışmamak -ki D-8 sadece ülkemiz üzerine değil tüm dünyada müslümanlar ve mağdur insanlığın üzerine oynanan oyunların bozucusudur-, bu toplumların arasına mezhepçilik, ırkçılık gibi bölücü hareketleri söylemleri ile kışkırtmak tek kelime ile insanlığa ve ümmete ihanettir. Ekranlarda, üniversite kürsülerinde gerçeğin bir kısmını söyleyip “Türkiye üzerine çok oyunlar oynanıyor” bunun çözümünü anlatmamak bir tür manipülasyon ve dezenformasyondur. Küreselleşen dünyada tek başına hareket etmek sahada küresel güçlere karşı hareketinizi zorlaştırır. Türkiye’deki iktidarın şu an yaşadığı gibi. Durmadan “Türkiye üzerine çok oyunlar oynanıyor.” sözünü bir alışkanlık şeklinde söylemek insanımızın hareket sahasını kısıtladığı gibi. 

Ülkemiz üzerine oynanan oyunlara dair konuşmalar yapanlar Erbakan ve Saadet Partisi/ Milli Görüş’ü anmadan devam ederlerse korkarım tarihe “milletlerini ninnilerle uyutarak milletlerinin özündeki gücü pasifize ederek onları hareketsiz kıldılar” suçu ile geçeceklerdir.



9 Ocak 2024


https://www.milligazete.com.tr/makale/18791816/elif-ors/buyuk-oyunu-artik-bozun




Aralık 11, 2024

Frankeştaynlar* Çağı


    Spot:*** Dünyada insanlar iki iş için çalışır aslında hangi işi yapıyor olurlarsa olsunlar. İnsan toplumu ya ifsat etmek için çalışıyordur ya da ıslah etmek için. Tüm bilimsel çalışmalarda sanıldığının aksine hep insanlığın iyiliği için değildir. Bilimsel çalışmaları yapanların inanç ve değerlerine göre iş üretirler. 


    *** Teknolojini gelişmesiyle dünyada yaşanan değişimin ne kadarı insanlığa faydalıydı? İnsan için tahribata uğrayan doğa kimin eseriydi? Hem dünyadaki nimetleri yok etmeden hem de insana faydalı olacak teknoloji geliştirilemez miydi? Eko sistemdeki canlıların hayatını tahrip ederek elde edilen teknolojik gelişme (!) gerçekten bir gelişme miydi?


    ***Müslümanlar olarak dünyanın yönetimini batının insiyatifine bırakılamayacağını idrak etmek zorundayız. Her yapılan iş, o işi yapanın inanç ve değerler dünyasını ifade eder. Batı’nın yapmış olduğu bilimsel çalışmaların sonuçlarını da görüyoruz. Bu bilgiyle müslümanlar halife yaratılmış olmanın getirdiği sorumlulukla her alanda söz söyleme yetkinliğini kazanmalıdır. 


Elif ÖRS

    Yirminci yüzyıla Dünya savaşlarla girdi. İki tanesi dünya savaşı olmak üzere bir çok irili, ufaklı savaşlar gördü bu yüzyıl. İşgaller, bağımsızlık savaşları, paylaşım savaşları, kabile savaşları. Bu yüzyılda meydan savaşları yerini kitle imha silahlarının kullanıldığı savaşlara bıraktı. Uçak savaşta ilk bu yüzyılın başındaki savaşlarda kullanıldı. Daha sonra ise II. Dünya Savaşı’nda atom bombası kullanımına şahitlik etti. Askeri alanda gittikçe vahşileşen silahların yerine yeni silahlar da icat oldu. Silahlar gibi yakıp yıkmasa da daha tehlikeli olan silahların keşfi kullanımı da bu yüz yıla aittir. Biyolojik silahlar gibi. 

    Batı zihniyetinin bakış açısına göre dünyada “kaynaklar kıt ama ihtiyaçlar sonsuz” olduğu için dünya nüfusunda belirli kısıtlamalara gidilmeliydi. Bu düşüncenin göstergesi olarak iki dünya savaşının çıktığı merkezin Avrupa olması çok şaşırılacak bir durum değildir. Batı dünyayı yönetirken, yönetim anlayışını kıt kaynaklar-sınırsız ihtiyaç teorisi üzerine kurduğu için dünya nüfusunda doğal bir planlamayı sağlamak adına savaşı bir yöntem olarak kullandı. 

    Sanayi Devrimi sonrası durmadan ve hızla değişen teknoloji, her alanda önü alınamaz bir tabloyu ortaya çıkardı. Teknoloji sadece insanların işlerine kolaylaştırmıyordu. Teknoloji, fordist üretim yöntemiyle kitlesel üretim süreciyle toplumlar kitle haline geliyordu. Bu kitlesellik ölümlerde de kendini göstermiştir. Son yüzyılımız ise tüm insanlığın dünya kurulalıdan beri gördüğü tüm kötülüklerden daha fazlasını bu zaman diliminde yaşadı. Teknoloji genellikle önce askeri alanda kullanılmıştır, geliştirilmiştir. Hangi alana bakarsak bakalım önce askeri alanda kullanılmış sonra sivillerin kullanımına açılmıştır. İlerleyen zamanlarda askeri alanda yapılanlar işlerin daha etkili ve yıkıntısız bir şekilde kullanma yöntemleri bularak kurmuş oldukları sömürü sistemini devam ettirmenin başka yollarını bulmuşlardır. Bu yöntem biyolojik silah üretimi, insan ırkında daha doğmadan engel olanları tasfiye etme, kendi istedikleri istedikleri formda ‘insan üretme’ çalışmaları olmuştur.

    Bunu en bariz şekilde Nazi Almanyası’nda görmekteyiz. “Ari ırk” dedikleri tüm dünyayı yönetme hakkına sahip olan sağlıklı Almanların kanından doğan, sarışın, mavi gözlü ve uzun boylu bir insan üretme çalışmasıdır. Almanların dışındaki insanları "İkinci sınıf" kabul eden ve bu insanların çoğalmasını sınırlayarak, insan ırkının iyileştirilebileceğine inanan Alman bilim adamlarının (!) çalışmalarıyla  “Ari ırka” dayalı bir dünya imparatorluğu kurulmaya çalışılmıştır. Sonucu ise II. Dünya Savaşı ve dünyada yıkım!

    Sanılmasın ki Hitlerin bu hedefleri Naziler ile birlikte tarihin sayfalarına gömülmüştür. Dünyada insanlığın gelişimi ve sağlığı (!) için insanların genleriyle oynayıp ‘kusursuz insan yaratma/üretme’ çalışmaları devam etmektedir. Bilimsel çalışmalarla insan sağlığı ve sağlıklı bir yaşamı temin etmek için yapılan bu çalışmaların sonucu nereye varacak tahmin bile edilemiyor. Fakat kobaylarda denilen yöntemlerin çok masum olmadığı zaman zaman ajans haberlerinden sızan bir takım gerçekler.

    Son zamanlarda çok tartışılan konu olan “genetiği değiştirilmiş/oynanmış besinler” meselesinde daha insanları aydınlatan sonuçlar elde edilememişken bilim dünyası “genetiği değiştirilmiş insan” insan üzerine çalışmalar yapmakta. İnsanın daha iyi yaşaması, daha iyi çalışması ve daha sağlıklı olması mottosuyla çıkıldığı söylenen bu yolda belki de bilim tarihindeki en önemli duraklardan birine gelinmiş durumda: “Yapay rahim!” İnsanoğlu ya da daha özel ifade ile bilim adamları Allah’ın yarattığı kurallara göre insanların faydasına olacak çalışmalar yapıyor yoksa fıtratı değiştirme çalışmalarını mı? Bunu daha konuşacak müslüman bir dünyadan bahsedemiyoruz maalesef.

    Yapay rahim çalışmasını yapan tasarımcılardan biri yapay rahim için gelecekte kadınların bir yaşam biçimini olduğunu söylüyor. Ve çalışmanın temel düşüncesini şöyle ifade ediyor: “Çünkü bu sayede kadınlar sabah bulantılarını ya da vücutlarındaki değişiklikleri düşünmek zorunda kalmayacak. Ayrıca bu, birçok kişi için enteresan olabilir, mesela eşcinsel erkekleri düşünebilirsiniz. Toplumda doğal üremenin ideal olduğu inancı var. Tek yol doğal üreme değil.”

    Yapılan araştırmalara göre dünyada her yıl 15 milyon prematüre bebek doğuyor. Bunların yarısı çok erken doğduğu için hayatını kaybediyor. Bu problemin çözümü için çalıştıklarını söylüyor fikrin sahipleri. Peki, neden 'aşırı prematüre doğum'ların azaltılması ve kadınların doğal bir şekilde doğumlarını yapabilmesini sağlayacak sistemler üzerine çalışılmıyor? Aşırı prematüre doğan bebeklerin hayatta kalması için yapılan bu çalışma kadını üretim alanında tutup daha fazla kadın iş gücünden faydalanmayı içeriyor mu? Aşırı prematüre doğan bebekler için ortaya atılan bu fikir nereye kadar gider? Kadının ve ailenin yaşam şartlarının iyileştirmek yerine meseleleri yapay yöntemlerle çözmeye çalışan bu projeleri kim finanse etmektedir?  

    Bu ve bunun gibi bir çok soruları barındıran çalışmada ise gözden kaçırılmaması gereken yapay rahim üzerine çalışan yetkilinin “Toplumda doğal üremenin ideal olduğu inancı var. Tek yol doğal üreme değil.” açıklamasıdır.

    Müslümanlar olarak dünyanın yönetimini batının insiyatifine bırakılamayacağını idrak etmek zorundayız. Her yapılan iş, o işi yapanın inanç ve değerler dünyasını ifade eder. Batı’nın yapmış olduğu bilimsel çalışmaların sonuçlarını da görüyoruz. Bu bilgiyle müslümanlar halife yaratılmış olmanın getirdiği sorumlulukla her alanda söz söyleme yetkinliğini kazanmalıdır. 


*Frankeştayn: İngiliz yazar Mary Shelley’nin yazdığı felsefi bir romandır. Konusu; Victor Frankenstein adındaki bir tıp öğrencisinin hastalıklara son verebilmek için insanı yeniden yapmayı, böylelikle de ölümsüzlüğe ulaşmayı istemesi üzerine yapmış olduğu/üretmiş olduğu insanın hikayesidir.


Aralık 2019, Maaile

Kaynak:

https://www.facebook.com/bbcnewsturkceservisi/videos/2869903879703718/?v=2869903879703718

https://www.bbc.com/turkce/haberler-3971855



Ey Sakallı Hüsnü Amcam! Senin Verdiğin Oyun Bedelini Gazzeli Bebekler mi Ödeyecekti?

Her şeye her duruma rağmen bir bayramı geçirdik. Dilerdik ki, yeni bir tazeleniş olsun, bir muhasebe olsun hac günleri. Müslümanlar Allah’...