Bizden sonraki nesiller aklı selimle bizim yaşadığımız çağı değerlendirebilme imkanına ererlerse şöyle demeleri muhtemeldir: “Göz boyamacılık, kanma ve kandırılma çağı”
En büyük kandırmacısı da galiba şu durum olacak: Yaşadığımız çağ bal gibi bir “yeni firavun düzeni” olmasına rağmen bunun tanımlamasının bu şekilde yapılmamasıdır. Yaşadığımız buhran çağı ise gerek üniversitedeki akademisyenler, gerekse siyasetteki duayenler ve bunların sözcüsü gibi çalışan mensupları ile iletişim çağı, bilgi çağı, enformasyon çağı, uzay çağı, insan hakları çağı gibi toplumların zihninde olumlu bir kodla tanımlanmaktadır. İnsan zihninde olumlu algı oluşturacak kavramlarla tanımlanan çağın geçmiş zamanların firavun çağı olduğu aslında bariz ortadır. Firavun sistemindeki firavunlar, belamlar, karunlar ve sihirbazlar hayatımızın içindeler. Kuran-ı Kerim’deki peygamber kıssalarına ‘geçmişlerin hikayesi’ gözüyle bakıp o kıssalardan bizim hayatımıza düşen ibretlerden, derslerden, tekliflerden, nasihatlerden bir pay yokmuş gibi dinlediğimiz gibi Kuran-ı Kerim’de anlatılan nemrutların, firavunların, belamların, karunların hayatımıza düşen iz düşümlerini de idrak edemiyoruz. Oysa insanın hikayesi Hz. Adem’den günümüze aynı. Ya haktan ya da batıldan yana olmak; ya zalimden ya da mazlumdan yana olmak, sihirbazların firavun sisteminin sömürüsünü örtmek için yaptığı gösteriler, göz boyamalar… İnsanlık tarihi okullarda öğretildiği gibi değişim geçirmiyor. Aynı hikayede isimler, mekanlar, tarihler değişiyor. İçerik aynı!
Günümüzün sihirbazları ortaya ip atıp yılana dönüşmüş gibi gösteri yapmıyor fakat zalimleri mazlum hamisi ve mağdur gibi çok rahat gösteriyorlar; beyazı siyah, siyahı beyaz, katili insan sevicisi, maktulü katil; haklıyı haksız, haksızı haklı gibi sunabiliyorlar. Dönemin sihirbazlarının etkisini arttıran kitle iletişim araçlarıyla bir zamanlar belli mekanlarda olanları etkileyebiliyorken günümüzde etki alanı küresel çapta. Yani göz boyacılığı tüm yerküre ile sınırlı.
İnsanlığın gözünü en iyi boyadıkları alan herkesin de üzerinde ittifak edeceği gibi demokrasinin varlığı, insanların kendi kendilerini yönettiği savı. Son yüzyılın yarısı demokratik (!) ülkelerin demokrasisi olmayan ülkelere, demokrasi (!) ihraç etmesiyle geçti. Bir dönem Soğuk Savaş döneminde iki blok birbirinden tüm insanlığı korumak (!) için savaşırken, Soğuk Savaş dönemi sonrası demokrasi ile tanışmamış üçüncü dünya ülkelerine (!) Batı’nın insan hakları soslu demokrasi faaliyetleri kan ve göz yaşıyla tarihe yazıldı.
Neredeyse tüm dünyadaki insanlar ciddi ciddi kendilerinin yönettiği algısına inanıyor, önlerine belli zamanlarda getirilen sandıklarda yaptıkları seçimler itibariyle. Sokağında, mahallesinde, şehrinde ve ülkesinde alınan kararlardan kaçından haberdar olduğunu sorsak konunun ismini bilmeyen, haberi olamayan kitle verdiği oylarla tercihler yapabildiğini düşünebiliyor. Kendi sokağında yapılan işte karar mekanizmasında olmayan, bir takım kurumların aldığı kararlara maruz kalan vatandaş ülke siyasetini değiştirecek karar alıcıları seçtiği hissini yaşıyor. Azıcık düşünüp, bizlere çizilen sınırları biraz zorlayalım: Kendi evinin dış boyasını seçemeyen (Çünkü artık büyük büyük apartmanlarda nüfusun çoğunlu yaşamaya başlamıştır. Bu apartman dairesinde oturanlara müteahhitlerin, mimarların, inşaat mühendislerin, belediye görevlerinin aldığı kararlara uymak düşer) vatandaş, kendini yönetenleri seçebilir mi?
Erbakan Hocamızın demokratür kavramını hatırlatalım, yani insanların yönetime alet edilmesini. Ve 1730’larda bir padişahlık tarafından yönetilen Osmanlı’da cereyan eden tarihi bir olaya göz atalım: İstanbul’da Topkapı Saray giriş kapısı ile Ayasofya arasında şimdi hala ayakta olan Sultanahmet çeşmesi yapılmıştır. Dönemin padişahı III. Ahmed tarafından yapılan Sultanahmet çeşmesi İstanbul yapı esnafı ile halk tarafından üç gün protesto edilmiştir. Halk yapılan bu çeşmenin İstanbulluların zevkini rencide ettiğini gerekçe göstererek sarayı üç gün kuşatmış ve dönemin padişahını suçlamışlardır.
Yaşadığımız zamanı değerlendirelim, demokrasinin ve insan haklarının hakim olduğu zamanda, en çok hak arama çalışmalarının yapıldığı iddia edilen enformasyon çağında “halkın göz zevkini bozuyor” diyerek halkların bir taleple geldiğine şahit olduk mu? Sokaktaki evlerine uygun olmuyor diye bir evin dış boyasının değiştirilmesi talebini duyduk mu? Yoksa bunlar çok uçuk meseleler olarak mı geliyor kulağımıza?
Yoksa hala firavunun sihirbazları gibi küresel çapta toplumların gözlerini bağlayan günümüz göz bağlamacılarının belirlediği gündemleri mi konuşuyoruz? Bir insanı insan yapan aklı selim, kalbi selim ve zevki selim özelliklerini talep etmek hala mı aklımıza gelmiyor? Peki, neden yaşıyoruz? İnsan kalmamızı besleyecek haklarımızı ne zaman talep edeceğiz? Gündemin kısır döngüsünden fırsatımız olursa bir de bu meseleleri düşünmeye yol açalım. Yoksa bu dünyadan sadece geçmiş olacağız. Kendi hikayesini yaşayamamış nesil olarak tarihe geçeceğiz.
8 Nisan 2021/ Milli Gazete
https://www.milligazete.com.tr/makale/6905119/elif-ors/kendi-hikayesini-yazmak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder