Ocak 07, 2021

Kahramanımız Milli Gazete

Her insanın çocukluk yıllarında bir kahramanı vardır. Hayatını ona göre şekillendirdiği, onun gibi düşünmeye, onun gibi konuşmaya, onun gibi davranmaya kısaca “o”na dair ne varsa yaşamaya çalıştığı bir kahramanı. Çocuk, her adımında “o” kahramanı taklit eder. Çünkü “o” kahraman, dünyayı ele geçirmeye çalışan kötü adamlara karşı tüm yüreğiyle dünyayı ve tüm insanlığı savunandır. Kahraman, hiçbir zaman zalimlerin yanında olmayan, yaşamından vazgeçip hedeflerinden vazgeçmeyendir. Tüm iyilikleri yaşanır kılan, koruyandır.

Bizim de bir kahramanımız vardı. Her sabah heyecanla beklediğimiz, kahvaltımızdan önce elimize aldığımızdır. 

Hayata dair ne varsa ondan öğrendiğimiz, “Hak geldi, batıl zail oldu!” düsturunu her gün bize bıkmadan hatırlatandır.

Son üç yüz yıldır “Batılılaşma” çalışmalarıyla ufku daraltılmış, dünyada yalnızlaştırılmış, millet ve aydınlarının arası açılmış memlekette sorunlarının çaresinin kendi özlerine “Milli Görüş”e dönüş olduğunu söyleyendir.

Kaba kuvveti değil; doğru “Hakk” anlayışını benimseyen, nefse esareti değil; nefis terbiyesini esas alan, materyalizmi değil maneviyatçılığı kendine rehber edinendir. 

“Batılın” temsilcilerine, dünyanın tüm sömürücü zalimlerine karşı “İbrahimce” tavrımızı belirleyendir.

Pozitivist dünya görüş açısıyla kurulmuş Yeni Dünya Düzeni’nde,  yeryüzünden İslâm’ın hükmünün kaldırılması çalışmaları sonucu, Hayim Naum Doktiri’nin uygulamalarıyla kıblesini şaşırmış Müslümanlara, sadece namaz kılarken değil; eğitimde, ekonomide, ahlâkta, sosyal ve toplumsal hayatta, siyasette kısaca her alanda kıblesini hatırlatandır.

“Hak” ve “Batıl” kavramlarının günümüzde neye tekabül ettiğini kınayıcıların kınamasından korkmadan her daim haykırandır.

Malazgirt’te fetihle İslâm’a açılan Anadolu topraklarında, İslâm’a bin yıl hizmet eden ümmeti, “Misak-ı Milliye”ye hapsedilmiş coğrafya algısını, İslam Birliği’ne açan, yeni “Fetih”lerin habercisi olandır. 

“Önce Ahlâk ve Maneviyat” diye yola çıkan yüzyılın üçüncü yolu, kurtuluş reçetesi  “Milli Görüş” Liderini adım adım takip etmekten bıkmayan, dünyada ki Müslüman liderleri örnek olarak bize sunandır.

“Müslümanlar, ancak kardeştir.” düsturuyla Afganistan, Çeçenistan, Bosna, Irak, Filistin, Bangladeş, Arakan gibi tüm İslâm Coğrafyasının dertlerini dert edinmemize vesiledir.

Osmanlı’nın bakiyesi olan memleketimizin evlatları yıllarca “Horoz Dövüş”leriyle oyalanırken, gerçek gündemin ne olduğuna dikkat çeken, kimsenin cesaret edemediği zamanlarda bir çocuk masumiyetiyle  “kral çıplak” diyendir.

Liderimizin “Yaşanabilir Bir Türkiye” ,”Yeniden Büyük Türkiye” ve II. Yalta “Yeni Bir Dünya” yı kurma inancını bize yaşatandır. 

“Kalbi sökülmüş çağa” bir nefes olan, yazdığı her harfin bedelini hakkıyla peşin peşin ödeyen kahramandır. Çocukluğumuzun “O” kahramanı, Milli Gazete’dir. 

Ve hâlâ kahramanımız Milli Gazete’dir!


Milli Gazete/ 14 Ocak 2014

NE YANİ...

İstiklâl Savaşı’nın kazanılmasıyla kurulan devlette rejimin değiştirilmesi, Cumhuriyet'e geçilmesi hepimizin malûmudur. Tanzimat’la başlayıp Meşrutiyet’le devam eden rejim anlayışında gelinen son nokta Cumhuriyet rejimidir. Böylece Cumhuriyet Halk Partisi de bu dönemin en önemli aktörü olarak tarih sahnesindedir.

Oluşan yeni siyasî yapıda kurulan ilk parti olması, kurucuların savaşta önde gelen kimseler olması sebebiyle CHP, bu devletin sahibi gibi davranma tutumunu benimsedi. Ve bu durumu alışkanlık haline getirdi. Milli Mücadelede elde edilen kazanımları yaptıkları icraatlarla pervasızca harcadı. İlk dönemlerinde edindiği bu alışkanlığını hâlâ refleks olarak devam ettirmekte.

Cumhuriyet döneminde ülkemizde siyasî hayat ‘CHP’ ve ‘karşıtları’ olarak işlemiş sistemdir. Halkın kendi kendini yönetmesi, seçimlerde özgür iradelerini hür bir şekilde kullanması ve demokrasi gibi söylemler, bizde entellerimizin, aydınlarımızın en çok sevdiği hikâyedir. Milletimiz yıllarca ‘biz bunun iktidar olmasını istiyoruz, bu parti daha iyi hizmet edecektir.’ diye değil, ‘CHP gelmesin de iktidara kim gelirse gelsin.’ diyerek oy kullanmakta. Dedelerimizin nesli bu şekilde oy kullandı, babalarımızın nesli de. Bizim neslimiz de bu söylem sıkıştırılarak bir seçim yapmak zorunda bırakıldı. “Ne yani cehape mi gelsin?!”

CHP, siyasî hayatımızda çok partili döneme geçildiği zamanlardan bu yana seçimle tek başına iktidar olamadı. Ama Demokrat Parti’yi, Adalet Partisi’ni ve diğerlerini iktidara taşıyan en başlı etken oldu. Son altmış yıldaki siyasî partilerimizin en büyük başarısı (!) cehape’ gibi bir muhalefet partisine sahip olmaktı. Tarihinde Selçuklu-Osmanlı gibi bir devlet geleneğine sahip devletimiz bu siyasî kısır döngü içinde son yüzyılını yaşadı.

Son zamanlarda ülkemizde demokrasinin güçlendiği algısı oluştu. Gerek 12 Eylül’ün, gerek 28 Şubat gibi darbelerinin faillerinin yargılanması, anayasadaki iç hizmet kanununun değiştirilmesi, darbeye teşebbüs edenlerin ceza alması vb... Peki gerçekten böyle mi? İnsanımız bundan sonra artık kendi hür iradesiyle davranabilecek, seçimlerini yapabilecek midir?

Durum şu ki, seçim zamanlarında ‘aman CHP gelmesin’ korkusuyla oy kullanılmaya devam edilirse; ne 27 Mayıs, ne 12 Eylül, ne 28 Şubat bitmiş ne de demokrasi gelmiş demektir. 28 Şubat devam ediyor olacaktır. Demokrasi, özgür irade, seçim gibi kavramlar büyüklere masallar olarak kalacaktır. 


Milli Gazete/ 30 Eylül 2013

Ocak 06, 2021

NOT CONSTANTİNAPOLE, BUT iSTANBUL! ( Konstantinapolis değil, Fakat İstanbul)

 

Bir Amerikan yapımı dizide konuyla alakalı olmayan bir arka fon müziği çalıyordu. “Istanbul was Constantinapole / Now it's Istanbul, not Constantinapole!” Yani “İstanbul Konstantinapolis'ti/şimdi İstanbul, Konstantinapolis değil!”

Şarkıya “Beni Konstantinopolis'e geri götür/ Hayır, Konstantinapolis'e geri dönemezsin/uzun zaman geçti Konstantinopolis'ten” diye devamla, İstanbul’a özlemlerini belki de bilinçaltlarındaki düşüncelerini, yüreklerindeki hırslarını dile getiriyorlar. Fetihten beş yüz küsur sene geçmiş olmasına rağmen fethin acısını unutmadıklarını en güzel bir şekilde anlatıyorlardı. Nihayetinde İstanbul dünya gündeminden o ya da bu şekilde tarih boyunca hiç düşmemiş bir şehirdir.

İstanbul, dünyanın doğal başkenti...

İstanbul, 1453'ten bu yana Hakk’ın batıla galebe çaldığını batıl zihnine hatırlatan, bir çağı kapatıp, yeni bir çağı açtıran şehir...

İstanbul, Hz.Peygamber (sav) müjdesini her zerresinde yaşayan, yaşatan; özlemin, kutlu bir hedefin şehri...

İstanbul, kalbine saplanmış gökdelenlere inat, bize bir kalbimiz olduğunu hatırlatan şehir...

İstanbul; tarih boyunca insanlık için bir ‘kızıl elma’dır. Devletler güçlendikçe bir şekilde İstanbul’u ele geçirmeye yönelmiş, eline geçiren devletler de gücünün ispatı olan en güzel imzayı tarihe böylece atmışlardır. Endülüs’ü fetheden Müslümanların hedeflerinde de Konstantinapolis vardır. Hz. Peygamber’in (sav) müjdesine erebilmek için kendilerinden vazgeçerek yola çıkmalarının adıdır bu. Hz. Eba Eyyub’el- Ensarî’nin kendi memleketinden çok uzaklarda defnedilmesidir. Genç Sultan Mehmet’in gecelerinin uykusuzluk sebebidir. Akşemseddin’in, Molla Gürani’nin ele avuca sığmaz çocuğa karşı gösterdiği sabrıdır. Ulubatlı’nın ve Osmanlı mücahitlerinin ilay-ı kelimetullah için azmidir.

Nihayetinde miladi 29 Mayıs 1453’te İslam orduları Hz. Peygamberi’in (sav) müjdesine mazhar oldular ve bunun nişanesi olarak Ayasofya’yı kiliseden camiye çevirdiler. Bir şehir fethedildiğinde o şehri İslam beldesi kılmak, ‘bizim’ kılmak için o şehrin en büyük mabedi camiye çevrilmesi âdetini Konstantinapolis fethedildiğinde de gerçekleştirildi. Zamanla Konstantinapolis, İslambol oldu. Böylece tarih sahnesinde yerini İstanbul “Hakk”ın merkezi olarak yer aldı. İstanbul artık sadece dünyanın başkenti değil, “Hakk”ın başkenti oldu. Tüm dünyaya ilanı, bunun böyle olduğunun en iyi göstergesi Ayasofya’nın cami olmasıydı.

Osmanlı medeniyetinin tarih sahnesinden çekilmesiyle İstanbul “Hakkın başkenti” gerçeği unutturulmak için Ayasofya 1935 yılında müzeye çevrildi. Çünkü “Hakkın başkenti” olduğu gerçeğini unutmuş olan İstanbul, batılın isteğiydi. İddiasını unutmuş İstanbul dünya sahnesinde aktör olarak değil, sadece seyirci olarak kalacaktı.

Eğer tarih sahnesinde “biz” olarak yer almak istiyorsak Ayasofya camiye dönüştürülmeli, İstanbul’a ‘Hakk’ı iade edilmelidir. Türkiye’de bırak Sultan Ahmet Cami’sini dolduran cemaati, tek namaz kılan kalmasa da Ayasofya cami olmalıdır. Fakat yaşadığımız süreç sonucunda korkumuz o ki,“Istanbul was Constantinapole / Now it's Istanbul, not Constantinapole!” yerine “Constantinapole was Istanbul / Now it's Constantinapole, not Istanbul” olacak. Yani “Konstantinapolis İstanbul’du, şimdi Konstantinapolis, İstanbul değil!

Elimizde bu toprakların ‘bize’ ait olduğuna tek delilimiz Osmanlı’nın mezar taşları kaldı. Elimizi güçlendirmeliyiz. Torunlarımızın yüzüne bakabilmek için bu tarihî hatadan dönmeliyiz. ‘Bize’ ait olana biletle değil, abdestle girmek için: “ZİNCİRLER KIRILSIN, AYASOFYA AÇI LSIN!!!”


Milli Gazete/ 21 Mayıs 2013

Ocak 05, 2021

Romantiklik Zamanları

Eskişehir Anadolu Gençlik Derneği, Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Yerleşkesinde gül ve hadis kitapları dağıtımı faaliyetini gerçekleştirdi. AGD’li öğrenciler bu suretle üzerlerine düşen vazifelerine getirmeye çalışıyordu. Üniversite yönetiminden izin alınarak gerçekleştirilen bu faaliyet sebebiyle, kendilerini ‘solcu’ diye adlandıran bir avuç kendini bilmezlerin saldırısına uğradılar.

Bilimsel ve akademik çalışmalarla gündeme gelemeyen üniversitelerimiz sık sık bu tip öğrencilerin çıkardığı hır gür sayesinde anılıyor. AGD’lileri ‘gerici’ ilan ederek; söylemiş oldukları sözün, savunduklarını iddia ettikleri şeylerin ne değer taşıdığını bilmeyen saldırgan öğrenciler, Kutlu Doğum Haftası ile ilgili asılan afişi ayaklarının altında çiğneyerek kendilerinin ne kadar ‘ilerici(!)’ olduklarını ispat ettiler.

Nitekim saldırgan öğrencilerin doğduğu zamanlar hem ‘sağcı’lık, hem ‘sol’culuk kavramlarının manasını bu dünyada yitirdiği zamanlardı. Soğuk savaş döneminin sağ-sol kavramları arasında sömürülen milletler, yeni sömürü sistemiyle tanışmaya başladığı yıllardı. S.S.C.B dağılmış, Berlin Duvarı yıkılmış, ‘görülmeyen sömürü duvar’ları inşa edilmeye başlanılmıştı. Yeni sömürü sistemi kabuk değiştiriyordu. Bu arkadaşların fark etmedikleri ‘sol’culuk adına yapılan her faaliyet artık romantik çalışmadan başka bir şey değildir. Solcuların dünyaya dair söyleyecek hiç bir sözleri kalmamıştır.

Romantik solcular ceplerindeki küresel emperyalizmin en son moda cep telefonlarını kullanıp, en son moda marka elbiselerini giyerek Peygamber Efendimiz (SAV)’i anan insanlara ‘gerici’ demekle solculuk yaptıklarını zannediyorlar. Hem sağcılık hem de solculuk tarihin tozlu sayfalarında yerini aldı. İnsanlık yeni arayışlar içerisine girmişken yeni neslin dedem zamanından kalma kavramlarla İslam’ın peygamberine saldırma çalışmaları, peygamberi hatırlatmaya çalışanlara menfur saldırıları savunulacak hiçbir değerlerinin kalmadığının ispatıdır. Biraz da bu sebeple AGD’nin farklı illerde, farklı zamanlarda yapılan faaliyetlerine saldırmaları.

Yaşanılan son olayda göstermektedir ki romantik solcular artık solculuğu bırakmalı. Romantiklik tek başına da size yakışıyor. Sağcılar ise elde etmiş oldukları iktidar ‘kâr’ larını ‘muhafaz’a etmek için sonuna kadar demokratlar zaten.

‘Romantik Solcu’lara duyurulur! Siz isteseniz de, istemeseniz de ‘Güneş batıdan doğana kadar’ Anadolu Gençliği’nin savunduğu değerler varlığını sürdürmeye devam edecektir.

İşin Sırrı ‘ONE MUNITE’de

Rahmetli Erbakan Hocam vefatından önce ‘niye tekrar genel başkan oldunuz’ sorularına cevaben ‘çünkü toprak altımızdan kayıyor’ diyordu. O şefkatli lider, son on yıl içinde en çok “Ülke 2. Sevr’e doğru gidiyor.” diye milletimizi uyarıyordu. ”Sen bu milletin evladı değil misin?” diyerek bize ne yapabileceklerimizi hatırlatıyordu.

Evet, ülkemizde şu an 2. Sevr yaşanıyor. Ülkemiz ‘post modern bir işgalin’ altında. Haçlı Zihniyeti, bu topraklar üzerindeki yüzyıl önceki yarım kalmış hesabını tamamlamak için, yüzyıl önceki yenilginin acısını çıkarırcasına Antep’imizi, Maraş’ımızı, Adana’mızı gözümüzün içine bakarak işgal ediyor. Hem de başbakanımızın ‘Burası NATO toprağıdır.’ demesi eşliğinde. NATO’nun Alman Komutanı ‘Tek amacımız Türk Halkını korumaktır.’ şirinliğiyle, şehit kanıyla suladığımız topraklar altımızdan kayıyor.

Bu post modern işgal, bir avuç çapulcuya karşı ‘şehitler ölmez’ edebiyatını bırakmayanlar, başörtülü öğrencilere karşı kükreyerek ‘Cumhuriyet’in kazanım’larından bahsedenler, ‘vatan sevgisi imandandır’ hadis-i şerifini dilinden düşürmeyenlerin sessizliği ve tepkisizliğiyle devam ediyor. Haber kanallarını bir umutla geziyorsunuz, gazete sayfalarını çeviriyorsunuz ‘Acaba bu işgale hayır diyen var mı?' diye, ama nafile. Medyada ülkemize yerleştirilen Patriot Füzelerinden bahsedenler sadece bu konuda kamuoyunu ikna etmeye yönelik açıklamalardan başka bir şey yapmıyorlar. Yani; ‘Medya istenilen konularda rıza üretir.’ modelini uygulamaktalar. Kısacası onlar da vazifelerini yapıyorlar. Hırsızın işini kolaylaştırmak.

Sonra düşünüyorsun ‘bin yıldır yeryüzüne Hakk’ın hakim olması için çalışmış bir ecdadın torunları, kendi ülkesinin apaçık işgaline karşı neden bu kadar tepkisiz’ diye? Aslında bu sorunun cevabını bulmak için öyle çok eskilere gitmeye gerek yok.

Bu konuda Ocak 2009’da İsviçre’nin Davos Kasabası'nda, amacı dünya ekonomisini ve siyasetini Siyonizm’in çıkarları doğrultusunda planlamak olan Dünya Ekonomik Formu’ndaki başbakanımızın ‘one munite’ çıkışını hatırlamak yeter. Aralık 2008’de başlayan İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısının yaşandığı sıcak günlerdi. İsrail’in Gazze saldırısına en çok tepki gösteren Türkiye’deki Müslüman kardeşleriydi. Türkiye yerel seçimlere gidiyordu. Başbakan seçmenin Gazze konusunda baskısını iyice hissettiği zamanlardı. Dünya Ekonomik Formu’nun oturumunda Başbakanın moderatöre yaptığını sonradan açıkladığı çıkışını, tüm dünya Şimon Peres’e yapılmış bir hareket olarak algılamıştı. Artık BOP Eşbaşkanlığıyla övünen, Yahudiler tarafından ödüller almış, zinayı suç olmaktan çıkarmış bir ‘İslam Mücahidimiz’ olmuştu.

Bundan sonra İsrail’le artan ekonomik ilişkiler hiç gündeme gelmedi. İsrail’le yaşanan alçak koltuk olayı, İsrail’in açık denizlerdeki yardım gemimiz Mavi Marmara’ya saldırması ve 9 vatandaşımızı şehit etmesi, Türkiye’nin onayı ile İsrail’in OECD ülkeleri arasına katılması, tankların modernizasyonundaki Türkiye’nin kayıpları, Şimon Peres’in TBMM’de konuşması ve bunun gibi konular hiç tartışılamadı bile. Çünkü bir kere ‘one munite’ denilmişti. Bu olayları çözmese bile Türkiye halkını ve İslam Dünyasını rahatlatmıştı.

Ve şu anda ülkemizde yaşanan önce Malatya’nın Kürecik ilçesine yerleştirilen NATO erken uyarı radar ve izleme istasyonu şimdi ise Gaziantep, Kahramanmaraş ve Adana’ya yerleştirilen Patroit Füzeleriyle devam eden işgal sürecinde milletin sessiz kalmasına sebep Davos-2009’daki o çıkıştır. One munite çıkışıyla aslında Müslümanların zihni işgal edildi. Şimdi de bunun semeresi toplanıyor.

Esas mesele milleti hakikati anlatacak ve yol gösterecek, yaşanılanların bir işgal olduğu, bütün bu faaliyetlerin Büyük İsrail Projesi gerçekleşsin için yapıldığını haykıracak zamanın Şahin Beyleri, Sütçü İmamları nerelerde? Ben söyleyeyim başımızda İmam-Hatip Mezunu bir başbakanın olduğu yürek rahatlığıyla ya araba modelini değiştirme ya yeni bir ev alma ya da en iyi ihtimal umre yolculuğu planı yapmaktadırlar. Ne diyelim nasılsa Obama Beyaz Saray’da ganganm style klip çekerken Ramazan ayında da Müslümanlara iftar verecek... 

İşin sırrı ‘one munite’de...


Milli Gazete/ 11 Şubat 2013


Ocak 04, 2021

Kurban Ya Da Teslimiyet

Hz. Hacer...

Hz. İsmail'in (as) annesi...

Hz. İbrahim'in (as) zevcesi...

Hz. Muhammed Mustafa'nın (as) büyük ninesi...

Bunlar da anlatır Hz.Hacer'in kim olduğunu ve neye tekabül ettiğini...

Az mı şeydir Allah-u Teala'nın (cc) onun yüzü suyu hürmetine yarattığı Hz. Muhammed Mustafa (as) onun torunudur. Allah'ın (cc) "Habibim!" dediği kulun büyük babaannesidir.

Az mı şeydir ateşin gül bahçesine çevrilen, teslimiyetin adı Hz. İbrahim'in (as) zevcesidir. Allah-u Teala'nın (cc) Hz.İbrahim'e (as) "Halilim!" demiştir.

Bunlar bile anlatmaya yeterken Hz. Hacer'i( as), yine de yetmez kelimeler. "O"nu anlatan şey

"RABBİNE tam teslim olmuş kul"dur. Evet, evet böyle söylenmelidir Hz.Hacer (as) için. Böyle anmalıdır onu.

"O" teslimiyettir ki; çölün ortasında "O"nu ve yavrusunu bırakıp giderken Hz. İbrahim'e (as): "Bizi kime bırakıp gidiyorsun?" sualine; "Sizi Allah'a (cc) bırakıyorum Ey Hacer!" cevabını alınca;  "Bırakılması en emine bırakıyorsun Ey İbrahim (as), artık git sen yoluna" diyebilecek kadar teslim olmuş bir kuldur.

"O" teslimiyettir ki; Hz. İbrahim, Robbinden aldığı "İsmail'i (as) kurban et!" emrini yerine getirmeye giderken, şeytanın dediklerine kulak asmayıp "Madem Rabbim'in emri." diyen müslüman bir ana, müslüman bir kadındır. Kurbanın salt bir kan akıtmak değil 'EN SEVDİĞİNİN' yolunda 'EN SEVDİKLERİNDEN' vazgeçmek olduğunu Hz. Hacer o gün şeytana ispat etmiştir.

Hz.İbrahim ve ailesi biz mü'minlere örnek olmuş, onların imtihanları bize ibadet olmuştur. Mesela Hacc'da en çok aklımıza gelmesi gereken, bize en çok hatırlatan Hz. İbrahim ve ailesinin "Allah'a (cc) olan teslimiyet"leridir. Safa ve Merve'nin arasında geliş-gidişlerimiz Hz. Hacer'in (as) yavrusu için göstermiş olduğu gayreti bize hatırlatır. 'Allah'a teslim olmuş ve inanmış bir kadının' tek başına da olsa gayretini eksik etmemesi sonucu hayat veren, kıyamete kadar devam edecek olan ZEMZEM'e kavuşturmuştur bizi.

Ya şimdi biz... 

Teslimiyetin neresindeyiz?

Kimimiz ‘uzun emel olan’ geleceğe teslim, kimimiz eşinin ağzından çıkacak söze, kimimiz gözünden bile sakındığı evladına, kimimiz nereye kadar bize eşlik edeceğini bile bilmediğimiz malımıza, mülkümüze... 

‘Yanlış yere teslim olmak’tan mı acaba tüm sıkıntılarımız?

........

Biz şimdi Allah'a (cc) hamd makamındayız...

Hz. İbrahim, Hz. Hacer ve Hz. İsmail gibi önderler gönderdiği için...

Hamd makamındayız...

Milli Gazete/ 25 Ekim 2012



İsim, Şehir, Ülke...

 Okul öncesi dönemdi. Okuma-yazma bilmediğim ülke, sınır, coğrafya, bayrak gibi kavramlarının küçük bir çocuk için hiçbir karşılığı olmadığı zamanlar. Bir ezgi vardı: “Afgan Dağları'nda kar kucak kucak/ Ne ev, ne bark kalmış ne de bir ocak” diye başlayan “Afgan’da olanlar yürekler dağlar/ Cihad eden değil, etmeyen ağlar” diye devam eden. Rusların Afganistan’da yaptığı zulmü, işlemiş olduğu cinayetleri Türkiye’deki Müslümanların gündemine getiren o ezgiydi. O ezgi sayesinde öğrenmiştim(k) Afganistan diye bir yer var. Orada “kardeşim” dediğimiz insanlar var ve onlar Rusya’nın baskı, zulmü ve işgali altındalar. Kan, gözyaşı, işgal sayesinde ilk öğrendiğim ülke ismi Afganistan olumuştu böylece.

İlkokula başladığım senelerdi. Çikolatadan daha çok leblebi tozunu bildiğimiz, yeni yeni özel televizyonların yayına başladığı, TRT’nin dışında takip edilecek haber saatlerinin gündem olduğu zamanlar. Bu haber saatlerinde televizyon ve dünya tarihinde bir ilk gerçekleşiyordu. Verilen haberlerde savaş uçakları canlı yayında bir ülkeyi bombalıyordu. Savaş uçaklarının bir ülkeyi nasıl bombaladığını tüm insanlık sanki bir filmi seyreder gibi seyrediyordu. Bu insanlık tarihindeki ilk canlı işgaldi. Bombalanan yer Irak’mış ve Saddam isminde bu ülkenin yöneticisi kötü bir adam varmış. ABD denilen dünyanın jandarması tüm dünya kamuoyunun gözü önünde Saddam’a haddini bildiriyormuş. Bu had bildirme sürecinde “petrole bulanmış karabatak”la insanlık oyalanırken ‘kardeşlerimiz’ çoluk-çocuk, kadın, ihtiyar, sivil, masum demeden katledilmiş, biz sadece seyretmiştik. Kan, gözyaşı, işgal sebebiyle öğrendiğim ülke ismine Irak’ta eklenmiş oldu.

Artık ülke, sınır, coğrafya, bayrak gibi kavramların ne olduğuna dair bilgilerimin arttığı zamanlardı. Kendi bayrağımdan sonra ‘Beyaz Zambaklı’ bir bayrak öğrenmiştim: Bosna-Hersek’in bayrağı! Bunu öğrenmeme sebep yine ‘kardeşlerimizin’ uğradığı, maruz kaldığı zulümdü. Zalimin adı değişmiş, mazlumun coğrafyası değişmiş ama ortada hâlâ sadece seyrettiğimiz vahşetler yaşanıyordu. Kan, gözyaşı, işgalle öğrendiğim ülke bu sefer Bosna-Hersek’ti.

Osmanlı Devleti’nden sonra yeryüzünde kurulmaya çalışılan “Yeni Dünya Düzeni”nde, Müslüman oldukları için ve çoğu sadece isimleri müslüman olduğu için zulme uğramış, ezilmiş, tecavüz ve işgale maruz kalmış ‘şehir, ülke’ isimleri listesine her gün yenileri ekleniyordu. Çeçenistan, Kosova, Filistin, Keşmir, Ahıska, Somali, Sudan, Doğu Türkistan, Lübnan ve şimdi Arakan... Bir nesil “isim, eşya, şehir, ülke oyun”unu oynarken yazdığı şehir ve ülkeleri coğrafya derslerinde değil bu zulümler sebebiyle öğrendi. Kabil, Hama, Sarayova, Bağdat, Basra, Beyrut, Ramallah, Kudüs, Zepa, Hocalı, Darfur, Mogadişu...

Mağdur, mazlum ve hakkını savunamayanların bile –mazlumun kim olduğuna bakmaksızın- hakkını savunacağı sistemi kurmakla görevli olanların temsilcileri yani bizlerin öğrenmesi gerektiği kaç şehir ve ülke kaldı acaba? Daha kaç katliam görmemiz, kaç savaş, kaç işgal gerek kendi coğrafyamızı öğrenmek için?!? Bir nesil daha yetişirken şehir ve ülke isimlerini ‘terbiye olmamış Batı’nın yaptığı zulümler sayesinde mi öğrenecek?

“Size ne oluyor ki; Allah yolunda “Ey Rabbimiz, ahalisi zalim olan şu ülkeden bizi çıkar. Bize tarafından bir dost gönder ve bize tarafından bir yardımcı gönder” diyen zayıf bırakılmış erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda çarpışmıyorsunuz?” ayetinin muhatabı bizler ya; yeryüzündeki bütün insanların bekledikleri, özledikleri barış ve adalete dayalı “Yeni Bir Dünya”nın kuruluşuna öncülük yapmak görevini yerine getirmek için tüm gücümüzle çalışacağız. Ya da “güneş dürüldüğü, yıldızların söndüğü, dağların yürütüldüğü ve cehennemin getirileceği” günde ki hesaba hazırlanacağız!

Milli Gazete/ 13 Ağustos 2012 



geçiyoruz bu dünyadan,
izler bırakarak geçiyoruz... 
bu dünyada sadece misafiriz.
yolda olanlara selamla...





hikayemiz bir yolcunun hikayesinden fazlası değil...

SREBRENİTSA

 20. yüzyıl insanlarının o, hiç uyanmak istemediği masal diyarında, hiç beklemediği bir şekilde uyandığı tarih: 11 Temmuz 1995!

İnsanlık işinde, gücünde; dünya “çağdaşlık, teknoloji, medeniyet, hümanizm, insan hakları vs. vs.” gibi cicicici sözlerle ninnisini dinlerken Avrupa ’nın ortasında bir yer: Srebrenitsa !

1995 ve Srebrenitsa. İnsanlığın en çok yaralandığı tarih ve yer.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da meydana gelen en büyük soykırım suçunun işlendiği yerdir; Srebrenitsa. Tüm dünyanın gözü önünde ve Birleşmiş Milletlerin koruması altında.

Avrupa’nın Kudüs’ü diye adlandırılan Bosna-Hersek’te haksız bir şekilde başlayan, Müslüman Boşnakları, Türkleri (Sırplar öldürdükleri her Boşnak için ‘Türk öldürdük’ diyorlardı) Avrupa’dan silme faaliyetinin oyuncusu Sırplar, Büyük Sırbistan hayaliyle dünya tarihinde şahit olunmamış planlı, programlı katliamların en büyüğünü ve en kan donduranını Srebrenitsa’da gerçekleştirdi.

Nisan 1992’de Bosna-Hersek’in bağımsızlığının tanınmasıyla Sırplar; Boşnakların evlerine, camilerine, hastanelerine, tarihî eserlerine, okullarına her yere saldırmaya başladılar. Tamamen silahsız, savunmasız, sivil halka yapmadıkları zulmü bırakmadılar. Kimi Boşnak’ı ekmek sırasında, kimini su sırasında, kimini pazarda, kimini camide acımasızca öldürdüler.

Sırpların ‘Etnik Temizlik’ faaliyetinden kaçan Boşnakların sığındığı ‘Güvenli Bölge Srebrenitsa’ resmî rakamlara göre 8372 Boşnak erkeğe mezar oldu. Bu güvenli bölgede 11 Temmuz 1995’te kadın ve çocukların kamyonlarla şehir dışına çıkarılırken, 8372 (12-77 yaş arasısivil Boşnak erkek topluca katledildi. Sırplar, katlettikleri masum sivilleri toplu mezarlara gömdüler. Yapmış oldukları bu feci zulme bir zulmü daha eklediler. Toplu mezarlara gömmüş oldukları cesetleri gömdükleri yerden kepçelerle parçalayarak çıkartıp, kimlikleri tespit edilemesin diye sayıları tahmini 64 olan toplu mezarlara gömdüler. Birçok Boşnak, bir mezarı olsu diye şehitlerinin, kemiklerini karanlık kuyuda iğne arar gibi hâlâ arıyorlar. Sadece başında dua edebilecekleri mezarı olsun diye. İster sadece tek bir kol, tek bir ayak, tek bir el, ister tek bir kemik parçası olsun yeter ki; mezarları belli olsun için.

Peki, bir insan bu vahşeti başka bir insana nasıl yapıyor? Masumların canına nasıl kıyabiliyorlar? Neye dayanarak neye inanarak bu cinayetleri işliyor? Konuşmamız gereken mesele vahşetin ‘nasıl’ı değil ‘niçin’i olmalı. Dünyadaki yaşanan her türlü zulme ‘dur’ demek istiyorsak yapılan bu zulümlerin temellerini iyice incelemeliyiz. Sırplar inandıkları değerler çerçevesinde Boşnaklara zulmettiler. Aynı Firavunların, köle gördüklerine yaptığı gibi. Şimdi Srebrenitsa katliamının on yedinci yılı. Bunca söz niçin yazıldı?Erbakan Hocam’ın dediği gibi: “Bre zalim! Siz, zihniyetinizin bozukluğundan dolayı zalimsiniz.” İsmi Mladiç olmuş, Karadziç olmuş, Miloseviç olmuş fark etmez. Bu zalimler sahip oldukları 'Hak' olanı değil, kaba kuvveti üstün tutan bir zihniyetin mensupları oldukları için zalimdir. Firavun zihniyetinin mensupları yeryüzünde zulümlerine devam ediyor. Ya Hakk’ı temsil eden, Peygamber zihniyetinin mensupları nerelerdeler?

Biz “Düşmanlarımıza gelince... Onlara adaletten başka hiçbir şey borçlu değiliz.” diyen Bilge Kral’a ve yol arkadaşlarına selam verirken, yeryüzündeki her zulmün vebalini taşıyoruz. Hz. Âdem (a.s.)’dan beri tüm şehitlerimizi rahmetle anıyoruz, bizim suskunluğumuzu Allah’a şikayeteden Şeyh AhmetYasin’i hüzünle hatırlayarak....

Milli Gazete /Temmuz 2012


Ey Sakallı Hüsnü Amcam! Senin Verdiğin Oyun Bedelini Gazzeli Bebekler mi Ödeyecekti?

Her şeye her duruma rağmen bir bayramı geçirdik. Dilerdik ki, yeni bir tazeleniş olsun, bir muhasebe olsun hac günleri. Müslümanlar Allah’...