Ekim 31, 2024

Karınca Kadar Olamamak…

Hepimizin malumu olan meseledir ki; Nemrut Hz. İbrahim’i ateşe atar. O sırada da bir karınca ağzında bir damla su ateşe doğru gitmektedir. Karıncanın bu halini görenler sorarlar “Ey karınca, sen ne yapmaktasın?” Karınca “Ben de biliyorum tek damla su ile Nemrut’un ateşi sönmez. Ben tarafımı belli etmek için su damlacığını taşıyorum.”

Bu mesel bir Cuma namazı çıkışında Filistin’e destek için toplanmış grubun -Milli Görüşçü olmayan kuruluşlar- namaz sonrası yaptığı dua ile aklıma geldi. Duayı ettiren imam “Allah’ım “kahhar” ismi şerifinle zalimleri kahreyle. Allah’ın zalimleri birbirine düşür.” diye dua ettiğini duyduğumda aklıma geldi. 

Şimdi ne var dua edilmiş daha ne istiyorsunuz derseniz; karınca bile bir zulüm gördüğünde gücü nispetinde su taşıyarak tarafını belli etmeye, zalimin ateşini söndürmeye  çalışırken güç, iktidar sahibi dahi Allah’ın yeryüzünde halifesi olmakla görevli müslümanların dua da bile zalimle mücadeleyi Allah’a bırakmaları endişelenmemiz gereken bir durumdur. 

Dinimiz her şeyi yerli yerine koymuştur. Kavli dua, fiili duayı vermiştir. Müslümanlar hangi işi yaparlarsa yapsınlar Allah ile bağlantısını kesemez. Fiili dua ile eylem ortaya koyarken kavli dua ile de cepheyi kuvvetlendirirler. 

Allah yeryüzünde zalimle, kötülükle, yanlışla, çirkinle, zararlıyla mücadeleyi müslümanlara emretmiştir. Ölçü olarak “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir.” Hadisinde müslümanlara yol çizilmiştir. Bu konuda Müslim kitabında “iman” bahsinde geçmektedir. 

Bir ufak karıncanın, ortaya koymuş olduğu duruş koskoca müslüman liderlerde yok.  (karınca kardeş kızma sana ufacık dediğim için ortaya koyduğun yürek birçok ismi kocaman kişilerde yok) Herkes sahip olduğu imkan ve güç sebebiyle sorumludur. Eğer Sütçü İmam Fransız işgaline başkaldırmak, “Bugün Cuma namazı kılınmaz. Toprak işgal altındayken” diyerek zalime karşı duruş sergilemek yerine ““Allah’ım “kahhar” ismi şerifinle zalimleri kahreyle. Allah’ım zalimleri birbirine düşür.” deseydi, Kurtuluş Savaşı olmaz, bu topraklar işgalden kurtulmazdı. Yani Sütçü İmamlar Allah’ın emirlerine yerine getirmeseydi, oturdukları makamlarda, kürsülerde sadece kavli dua etseydiler bugün Anadolu işgalden kurtulmamış olurlardı.

Bir kötülük, yanlış, çirkinlik, zarar, zulüm karşısında herkes de kendi gücünde sorumludur. Karınca karınca kadar, öğrenci öğrenci kadar, ev hanımı ev hanımı kadar, çarşısında simit satan simitçi gücü kadar zulme karşı durur, zalime engel olmak üzere çalışır. Siayasal sistemde muhalif partiler miting yaparlar; sivil toplum kuruluşları yürüyüş, basın açıklaması, dua ederler; ki bu faaliyetler iktidarları, güç sahiplerini fiili olarak harekete geçirmek içindir. Bir zulüm olduğunda “eliyle müdahale” edecek olanlar devletin yetkilerini, imkanlarını kullanma sorumluluğunda olan iktidardır. Zalime giden her türlü yardımı kesmek; zalimin gözü, kulağı olacak askeri üslerin kapatılması; uluslararası camiayı bir araya getirerek zulme karşı bir cephe oluşturmak; ülkelerindeki diplomatları, konsolosları, büyükelçileri kovmak; zalime destek için enerji sağlayan yolları kapatmak; zalim işgalciyi destekleyen firmaların kapatılmasını temin etmek gibi siyasi erki kullanmayı gerektiren faaliyetler hep iktidarın sorumluluğundadır. 

Özellikle 2000 yıllarından sonra müslümanların ve masum insanların başına gelen zulümlerin sebebi D-8’lerin aktifleştirilmemesidir. Evet, yine konuyu D-8’lere bağlayacağız. Evet, nasıl siyonizm beş bin yıllık hedefinden asla vaz geçmediyse, bunun için bizim coğrafyamızı ateşte bırakıyor ise; masum çocuklarımızı cenin halinde iken katlediyor, kadınlarımızı çocuklarını savunurken katlediyorsa; gençlerimize akıl almayacak işkenceler yapıyor, müslüman liderleri hasta sandalyesinde dahi füze ile şehit ediyorsa biz de D-8 demekten geri durmayacağız. 

D-8’lerin harekete geçememesinin sebebi de Saadet Partisi’nin iktidarda olmamasıdır. Evet, işgalci İsrail bu kadar pervasız hale geldiyse müslüman ülkelerin liderlerinin mitingcilik oynaması sebebiyledir. Evet, hâlâ Mescid-i Aksa özgür değilse müslümanlardan bazılarının işgalci İsrail ile ticaretlerinin devam etmesi yüzündendir. 

D-8’i harekete geçirmeyen, bunu önemsemeyen kim varsa ortadaki zulümden ilk önce onlar sorumludur. Zalimin elini tutup zulmü engellemek yerine makam araçlarıyla geldikleri miting alanlarında Zeki Müren gibi “Kahrol düşman” nevinde hareket edenlerdir. 

Kimse kendini, milleti ve insanlığı kandırmasın! O hesap gününde dilimizin susup tüm azalarımızın aleyhimize şahitlik yapacağı günde her şey günümüzde yaşadığımızdan daha çetin olacaktır!


31 Ekim 2023

https://www.milligazete.com.tr/makale/17393774/elif-ors/karinca-kadar-olamamak


Ekim 30, 2024

Yüzyıla Doğanlar




Şehit Yahya Sinvar
Prof. Dr. Necmettin Erbakan


ikisinin de doğum günü 29 ekim...
ikisinin de yaşarken birinci önceliği cihad oldu.
ikisi de yaşadıkları çağda firavun sistemini faş ettiler.
ikisi de iş birlikçilerin gerçek yüzünü ortaya çıkardı.
ikisi de son nefesine kadar davalarını savundular.
ikisi de kendilerinden önce ümmeti öncelediler.
ikisi de batıla karşı mücadelenin ve mücahedenin nasıl olması gerektiğini ortaya koydular.
ikisi de masallara değil eylemin gerçekliğine inandılar ve öyle yaşadılar.
ikisinin de söylemleri güçlü idi. çünkü eylemleri söylemleri ile denkti.
ve daha da eklemeler yapılabilinir.


 

Ekim 26, 2024

Anneler Bebeklerini Öpmeye Kıyamazken Yaşadıklarımız


 7 Ekim, HAMAS’ın zaferinden sonra haberleri ve uzmanların görüşlerini takip etmeye devam ediyoruz. Siyasilerinden sivil toplum kuruluşların açıklamalarına sokakta röportaj yapılan vatandaşdan akademisyen uzmanlara neler düşünüyorlar, olaya nasıl bakıyorlar, hangi açıdan ele alıyorlar diye. 

İbretlik açıklamalar olaylara daha derin ve çok yönlü bakması gereken akademisyenlerden geliyor. Sanki başka gezegende yaşıyor gibiler. Neymiş efendim “Batı şimdi insan hakları sınavı veriyormuş. Demokrasinin beşiği olan ülkelerden insanlık adına verilen sınav önemliymiş” -miş, -miş.

Hâlâ batının ne olduğu konusunda kafalar net değil. Hatta kafaların net olmasından öte zihinlerde yükseltilen bir batı anlayışına sahipler. Uluslararası konuları bir kenara bırakalım iç işlerimize dair konularda bile kıstas olarak baş vurulan, siyasi alanda herhangi bir iş yapılırken önce “Acaba Batı ne der?” diye düşünülen, dünyaya dair söz söyleme hakkının verildiği tek merci olarak görülen bir batı. 

Uzmanlarımız, akademisyenlerimiz Batı’nın, İsrail’in işgaline karşı tavrını değerlendirirken çoğunun bir şaşkınlık yaşadıklarını görüyoruz. Bir türlü yakıştıramıyorlar Batı’nın işgalciyi destekleyen tavrını. Gözlerinde büyüttükleri batı algısının çökmesinden rahatsızlar. 

Oysa batı ilk defa bir zulme sessiz kalmış değil. İlk defa eli kanlı katillere destek vermiş değil. Hafızamızı tazeleyelim. 2013’te seçilmiş Mısır cumhurbaşkanı Mursi’ye yapılanlar ve Rabia Meydanı’nda hakkına sahip çıkmaya çalışan Mısırlılara yapılanlara tamamen kör sağır dilsiz kalmıştı başka ülklere demokrasi ihraç eden batı. Sözde demokrasi havarileri darbeci Sisi’ye hiç ses etmemişti. O gün olanları görmelerine ne engeldi akademisyenlerimize?

Tarihi geri sarmaya devam edelim. 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler’e uçakların saldırısı ile Amerika tüm müslüman coğrafyaya karşı Haçlı Seferleri’ni başlattığını ilan etti. 11 Eylül’ün daha yapanı ortaya çıkmadan Afganistan ve müslüman coğrafyalar hedefe konuldu. Bundan sonra Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra kendini dünyanın jandarması kabul eden Amerika müttefik kuvvetleri ile başta Afganistan olmak üzere Irak’ı da işgal etti. İşgal etmeye gücü yetmeyen yerlerde kurdurduğu terör örgütleri ile vekalet savaşları çıkarak coğrafyamızı baştan sona kana buladı. O zamanda da bilim adamlarımız “Ne oluyor? Ne yapıyorsunuz?” demedi. 

Irak’ın işgalinde, dünya jandarması Amerika tarafından işgale gerekçe olarak sunulan “Saddam’ın elinde nükleer var.” yalanını söylediklerini itiraf eden Batı’dan daha nasıl bir insanlık bekleniliyor? Irak’ın başına demokrasi bombaları inerken, tüm dünya olanları canlı yayında izlerken ne yapıyordu bizim akademimiz?

Hele doksanlar dünya tarihinde bağımsızlıklarını bir şekilde kazanıp batının sömürüsünden kurtulan yerlerde Batı’nın o topraklardan elini çekmek istememesi üzerine birçok olaylar yaşandı. Örneğin Cezayir’de demokratik seçimle iktidara gelen İslami Selamet Cephesi’ne (FİS) yapılan haksızlıklar öylece orta yerde.

Soğuk Savaşı’nın bitmesiyle dağılan Yugoslavya’da yani Avrupa’nın göbeğinde yaşana Boşnakların katledilmesi meselesi. Çağdaş, insan haklarını savunucusu Batı, Boşnakları Birleşmiş Milletler gözetiminde Sırp kasaplara teslim edilen sivil savunmasız Boşnaklara gözlerini yumdular. Bosna Hersek’te II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada ilk defa toplanma kampları kuruldu. Güneşin altında hakkıyla yer almış lider Aliya İzzetbegoviç durmadan şunu haykırdır: “Biz sizden hiçbir şekilde yardım istemiyoruz. İnsanî yardım da istemiyoruz. Sadece haksız kim onu söyleyin.” Birleşmiş Milletler Toplantısı’nda milletinin acısını dile getirmeye çalışması BM toplantılarından nadir akılda kalan toplantılarındandır. Orada Batı’nın yüzüne ne olduklarını söylemişti. 

Bu liste uzayıp gider. Biz söyleyelim ki tekrardan Batı insan haklarında sınıfta kalalı çok oldu. Fakat insan düşünmeden duramıyor. Neden başımıza bir şey geldiğinde uluslararası camiaya bakarak bizler yön belirliyoruz? Bizim dünyaya dair söyleyecek sözümüz, çözümümüz yok mu? Batı’dan tepki gelmeden neden insani tepkilerimizi ortaya dökemiyoruz. Zulümleri durdurmak adına biz insiyatif almıyoruz?

Batı’nın ne olduğunu anlamak için öyle çok gerilere bakmaya gerek yok. Hepimiz şahidiz batının iki yüzlü olduğuna. Batı’nın tanımı için Erbakan Hoca’mızın şu sözünü de unutmamak gerek: “Batı terbiye olmamış aygırdır.”

Annelerinin öpmeye kıyamadığı bebeklerin daha fazla katil işgalci İsrail’in silahları altında parçalanmasına şahit olmamak için “Yeni Bir Dünya”yı kurmanın vakti geldi, geçiyor. Yeni Bir Dünya kurmak için bu topraklarının insanlarının Batı’dan insanlık adına öğreneceği bir şey yoktur.



26 Ekim 2023


https://www.milligazete.com.tr/makale/17342534/elif-ors/anneler-bebeklerini-opmeye-kiyamazken-yasadiklarimiz

Ekim 22, 2024

DARALAN VAKİTLER


Tekrar eden tarihe şahitlik ettiğimiz şu günlerde bir daha okuyalım...

 "Yanakları saçları gözleri yanmış

Zehirli gaz bombaları
Yılan gibi sokmuş yalamış gövdelerini
Ağızları, küçücük dilleri yanmış
Bütün Beyrut sapsarı kalmış
Sanki ağlamak imkansız
Başları
Paletlerle ezilmiş babaları
Yahudi doğramış analarını
Binlerce çocuk topların betonların altında

Beyrutun gözyaşları şimdi
Kudüsün yanıbaşında
Müslümanlarsa uzakta
Sanki başka
Gelinmez bir dünyada

Acın bir vadi
Zehirli çiçekler bir ova gibi karşımda

Gözüm baksın sadece
Ayrıntıları
Kıvrılıp kırılmış bilekleri
Kemikten yakılmış etleri
Kuma serilmiş cesetleri

Büyük ajansların yaydığı resimleri
Bir seyirci gibi görsün dursun
Bir kadın gibi ağlasın..

Beyrut yengeç kıskacında
Çoğu müslüman kafir yanında
Yaslanmış yastıklara sonunu beklerler filmin

Sen Filistin hokkaları doldur kanla
Şairler eğer ahın varken
Uzanırlarsa tomurcuklara güllere
Herbiri kanlı bir ateş gibi korku
Bir azar bir şamar olsun

Filistin sen işine bak kar toprağını
Yoğur gazabını yaradanın..

Bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde
Çam ormanlarının salınışında
Kuşların cıvıldayışında
Otların serin tenlerinde
Eğer varsan bakıp görmeye
Şeffaf perdenin az ötesini
Bir ateş bulutu var en bildik yerde
En emin yerde

Ve bak asıl ölen yaylalar villalar tok karınlar
Hissiz dudaklar gayretsiz kalpler
Asla değil kavruk çölde yatan kadavralar

Farz et körsün olabilir
Elele tut
Taş al ve at
Kafiri bulur

Hani ceylanların
Hani cihat marşın

Bir yumruk harbinden nasıl kaçtın
En arka safta bile kalmadın
Cengi attın dünyaya daldın
Tezeğe konan sinekler gibi

Dönüyor burgaç
Dünya üstten yanlardan daralıyor
Ovalardan
Dar geçitlere sürülen sığırlar gibi
Bir gün ister istemez
Karşısında olacaksın kaçtıklarının

Dua et
O gün henüz mahşer olmasın"




Ekim 13, 2024

MÜSLÜMAN KADIN-KADIN VE ANNE*

 MÜSLÜMAN KADIN-KADIN VE ANNE*

(İSLAM’DAKİ KADIN MESELESİNİN ARAŞTIRILMASINDA BİR KATKI)

Spot:*** Eğer İslam’da kadın meselesi varsa, bu meselenin çözümünün adı annedir. Kadının bağımsızlığı ve eşitliği adına bu çözümü beğenmeyenlere şu cevabı vermek gerekir: “İslam, kadını aşağılamış değil, siz anneyi aşağıladınız.”

*** Rahatlıkla söylenebilir ki yeni çağda annelik toplumsal olarak tanınmış değildir, o doğrudan ilgili kişilerin “özel işidir.”




Hazırlayan: Elif ÖRS 

    Kadın meselesi tarih boyunca üzerinde her zaman tartışılan bir konu olmuştur. İnsanlık tarih boyunca farkında idi ki, bir toplumu kuran, yetiştiren ve ayakta tutan o toplumun kadınlarıdır. Toplumları doğru yolu gösteren peygamberler erkektir ama onları dünyaya getirenler ise kadın.  Her inanç, her ideoloji kadın üzerine ayrı planlar kurmakta ve toplumun dönüşümünü kadınlar üzerinde sağlamıştır.

    Modern zamanlara gelince değişen bir şey olmadı. Avrupa’da kadının ruhu olduğu ve insan olduğunu yeni kabul edilmişti. Bundan dolayı kadınlar insan olmaktan kaynaklı hakları için Avrupa’da ve Batı’da çeşitli mücadelelere girdi. Bu çağda ise maddi güçten düşen İslam coğrafyasında Batı maddi gücü elinde tutmasından dolayı meseleyi tartışmaya açmıştır. Batı’dan gelen bu saldırı karşısında İslam coğrafyası hakkaniyetli bir duruş sergileyememiştir. 

Bu süreçte ise İslam coğrafyasında kalem oynatan fikir beyan eden düşünürler, liderler de vardı. Bu liderlerden biri Türkiye’den Milli Görüş’ün lideri Prof. Dr. Necmeddin Erbakan iken diğer bir lider, düşünür Bosna-Hersek’ten isimdir. Mladi Müslümani (Genç Müslümanlar)’nin üyelerinden bağımsız Bosna’nın ilk cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’tir.

    İzzetbegoviç yazdığı “İslam Deklarasyonu” kitabında “Müslüman Kadın-Kadın ve Anne (İslam’daki Kadın Meselesinin Araştırılmasında Bir Katkı)” başlıklı makalesinde aldığı güçlü sözlerle kadını değerlendiriyor. Batı’nın ortasında yetişmiş bir müslüman olarak İslam’ın hayat olduğunu ortaya koyuyor. Batı’nın saldırıları karşısında her daim savunma pozisyonunda olan müslümanlara da “müslümanca düşünüşü  ve duruşu” gösteriyor.

Aliya, müslüman kadınların yaşadığı sorunlar sebebiyle meselenin kökenine inerek şunları söylüyor: “Müslüman kadının durumundan hoşnut olmadığınızı anlatınız, ancak bu hoşnutsuzluk bunun Avrupai olmadığından değil, aksine yeteri kadar İslami olmadığından dolayıdır.”

    Makalesinde kadını nereye konumlandırdığını ise “İslam kendi kaynaklarında yazılmış olan şeydir, ancak hayat uygulaması olarak İslam, aynı zamanda, İslami prensiplere dayanarak, aklımız ve kalplerimizin gerçekleştirebildiği ve bizim olması istediğimiz şeydir de. Bu sebeple, İslami prensiplerinden hareketle biz gelecekte Müslüman kadını, hem onun insani şerefine uygun olacak hem de İslami yeniden doğuşun ihtiyacı olan bir konuma sokabiliriz.” diyerek modern zamanlarda Müslümanlara alan açıyor. 

    Günümüzde kadın hakları denildiğinde “eşitlik” altında dar alana hapsedilmesi söz konusu. Kadın sorunlarına dair söz söylemek, tartışma açmak istenildiğinde bir duvar gibi, olayı sabote edecek kadar çözümsüz hale getiren “eşitlik” kavramı tüm muğlaklığıyla hala sıkıntı. İzzetbegoviç makalesinde “eşitlik” konusunda şunları dile getiriyor.

“İslam kadının eşitliği taraftarı mıdır?

Cevap, hem evet hem de hayır.

İnsan olarak, aynı ve eşit değerde olan bir şahıs olarak, etik, ahlaki ve insani mükellefiyetlerin yüklenecisi olarak söz konusu ise, evet.

Avrupa’da genel olarak anlaşılan eşitliğin, aile ve toplum içinde görevlerin aynileştirilmesi söz konusu ise, hayır.”

    “Kur’an’a göre kadın ve erkeğin dini görevleri tamamen aynıdır. Kadın ve erkek için, dinin bilinen beş temeli olan (kelime-i şehadet, namaz, oruç, zekat ve hac)dan kaynaklanan görev ve sorumluluklarda hiçbir fark yoktur. Kur’an’ın kesin olarak ifade ettiği veya susarak onayladığı ahlaki görevlerle alakalı olan durum da aynıdır. Sorumluluk eşittir, dolayısıyla da değer eşittir, çünkü her kanunda değer, sorumluluğun temelidir.” 

    Günümüz kadın hakları savunucuları özellikle kadına önem vermenin göstergesi olarak kadının iş alanlarında çalışması olarak eksik bir değer biçme yanlışını yapmaktadır. Günümüzde kadınların daha fazla iş alanlarında, çalışan kadın olması kapitalizmin ucuz emek karşılığı büyük işler gerçekleştirmesiyle ilgili bir durum. Kadının birebir iş hayatına çekilmesi hem üretimi arttırma hem de tüketimi kat be kat artırmaya yöneliktir. Yoksa kadının insan olmaktan kaynaklanan haklarını yerine getirme üzerine değildir. Çalışan kadın “güçlü kadın” imajıyla hem iş yerinde hem evde hem de bilumum sosyal hayatta yer almasını gerekmektedir. Hem iş yerinde noksansız hem de ev işinde noksansız hem çocuk yetiştirmede noksansız olması beklenmektedir. Takdir edilir ki bu kadar çok kalemde başarılı olması beklenen kadının insan olması gözardı edilmiştir. Yaşanan bu süreç içinse Aliya şunları demektedir: “Eğer İslam’da kadın meselesi varsa, bu meselenin çözümünün adı annedir. Kadının bağımsızlığı ve eşitliği adına bu çözümü beğenmeyenlere şu cevabı vermek gerekir: “İslam, kadını aşağılamış değil, siz anneyi aşağıladınız.”

    “Demek ki anne görevinin kendisi aşağılayıcı değildir. Aksine, o kutsal ve aşkındır ancak insanlar onu alçaltır. Meyhanede garsonluk yapan veya hayvan besleyen bir kadının yaptığı iş karşılığında emeklilik kazandığı, fakat üç, dört veya daha fazla çocuğu doğurup büyüten bir kadının bu gerçekten dolayı hiçbir hak elde edemediği yolunda saçma örnekler vardır.” 

Rahatlıkla söylenebilir ki yeni çağda annelik toplumsal olarak tanınmış değildir, o doğrudan ilgili kişilerin “özel işidir.

    Aliya Batı’nın kadın haklarından anladığı şeyin daha fazla sömürebildiği bir alan açmak olduğunu 1968’te söylemiştir. Toplumun yarısı olan kadınlar Batı anlayışında ekonomiyi ucuz bir şekilde geliştirecek güç olarak kadını görmektedir. Bunu Aliya şöyle ifade ediyor: “Çağdaş toplumun ekonomisinde saklıdır. Son iki asır boyunca sel gibi yayılan sanayi, daha fazla ve daha ucuz ellere ihtiyaç duyuyordu. Ve insanlık neslinin yarısını oluşturan kadın işçi ordusundan başka daha fazla ve daha ucuz el nerede bulabilirdi ki?”

    Aliya’nın makalesinden diğer göze çarpan kısımları ise şöyle yer verelim:

“Başkalarına ait çocukların terbiyesini yapmak (öğretmen veya mürebbiye olarak) yaratıcı, kendi çocuklarını yetiştirme işinin ise aşağılayıcı, bıktırıcı ve tanınmayan (değeri anlaşılmayan) ev işinin sadece tali (önemsiz) bir parçası olduğu konusunda birçoğunun inancı vardır.”

“Kadın, sadece anne olarak yeri doldurulamaz ve mutlak değere sahiptir. Kadını anne olarak yıkan hiç kimse onun daha fazla saygı görmesine ve önemine katkıda bulunamaz, çünkü annelik hakkı sadece dokunulamaz değil, aynı zamanda insanlığın bildiği en eski haktır.”

“Çocuk sadece kendi ebeveyni için ve kendi evinde şahsiyettir. Kreşte o çoğu zaman, mürebbiye-memur için sadece eşyalar arasında bir şeydir. Kreşler, anaokulları ve yurtlar çok az terbiye eder ve yetiştirir, bu kurumlar çocukların duygusal tarafını gelişmemiş ve bakımsız bırakarak, onları sadece “gözetir ve korur.” Büyük Rousseau’nun şöyle yazdığını hatırlıyorum: “Hakikaten, birinin insanı terbiye edebilmesi için baba veya insandan üstün bir şey olması gerekir. Ve siz böyle bir görevi sakince para için çalışan kimselere emanet ediyorsunuz.” Ve “Herkesi kendi hakiki görevine mi döndürmek istiyorsunuz, o zaman annelerle işe başlayın. Ortaya çıkaracağınız değişim sizi hayrete düşürecek. Bu ilk sapkınlıktan bütün kötülükler çıkar.” (J.J. Rousseau:Emil)

“Gençliğin çağdaş problemleri özde, çözülmemiş statüden ve anne ile ailenin toplumdaki tanınmayan rollerinden kaynaklanmaktadır.”

“Bugün İslam toplumları kendilerini bulma mücadelesini vermekte ve sonu olmayan birçok sorunu çözmeye çalışmaktadırlar. Bu mücadelede zaferler de var yenilgiler de. Ancak gittikçe daha çok zafer ve daha az yenilgi olması için, İslam dünyasının yarısını oluşturan Müslüman kadının eli, kalbi ve aklıyla bu mücadeleye katkıda bulunmasına ihtiyaç vardır. 

Müslüman kadın yeni nesli doğurmalı, yetiştirmeli ve ona, İslam ve geleceğe olan imanı vermelidir. 

O, ancak eğitimli ve yetiştirilmiş olursa eğitebilir ve yetiştirebilecektir.

İslami yeniden doğuşun Müslüman kadın için yapacağı kadar, Müslüman kadın da yeniden doğuş için o kadar ve daha fazlasını yapacaktır.” (1968)


 *Aliya İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu 



Maaile; Nisan 2019


https://maailedergi.com/musluman-kadin-kadin-ve-anne/


Ekim 06, 2024

Bir Şiir Yeniden Yazıldı

     İnsanlık tarihinde gerçekleşen birçok tarihi olayların günümüze intikal etmesinin sebebi edebî eserlerin içeriğine konu olmasıdır. Birçoğumuz birçok savaşı, barışı, zaferi, mağlubiyeti destanlar, romanlar, hikayeler, şiirler sayesinde öğrenmişizdir. Geniş halk kitlelerinin bilinçlerinde akademik bilgi türü ile değil edebi eserlerde yer aldığı şeklinde yer edinir. 

Daha önceki işgalci İsrail’in saldırılarında paylaşılan bir şiir vardı. Bu son Aksa Tufanı’ndan beri paylaşana denk gelmedik. Nizar Kabbani’nin “Halid bin Velîd'in işten çıkarıldığının belgesidir” şiiri. Kabbani Şam’da doğmuş, Londra’da vefat etmiş; şair, yazar ve diplomattır. Şiirlerinde bahsettiği konular sebebiyle "kadın şairi” olarak şöhret kazanan Kabbani, 1967’deki Altı Gün Savaşı'nın ardından politik şiirde Arap şiirinin yol göstericisi oldu. Kabbani şiirinde şöyle sesleniyor: 

“Unutanlara…

Arabî çağı çaldılar bizden

Nebi'nin evinden Fâtımatu'z-zehrâ'yı çaldılar

Ey Salâhaddîn!

Kur'an'ın ilk nüshasını sattılar

Ali'nin gözlerindeki hüznü sattılar

Ey Salâhaddin! Seni ve bizi toptan sattılar açık artırmada.

Arab'ın geleceğini çaldılar bizden

Şam'ı fethettikten sonra işten çıkardılar Hâlid’i

Cenevre‘ye elçi olarak atadılar.

Endülüs işi paltosunu çaldılar Târık’tan

Nişanlarını aldılar çıkardılar ordudan.

Güvenlik mahkemesine verdiler

Zafer suçundan yargıladılar.

Zaferin sakıncalı bulunduğu bir zaman geldi yavrum!”


Kabbani’nin şu mısraları nasıl da günümüzde işgalci ile normalleşen müslüman dünyasını yansıtıyor:

 

“Öyle bir zaman mı geldi ki

Gülle karşılıyoruz İsrail’i

Binlerce güvercinle millî marşla

Hiçbir şey anlamadım yavrum.

Hiçbir şey anlamıyorum!

Güneşi rehin verdiler tefecilere

Karaborsacılara sattılar mehtabı.

Ömer'in kılıcını kırdılar.

Ayaklarından astılar tarihi”

Gazze’de yaşanan soykırıma, hastanelerin içinde yaralı, saldırıdan kaçarak sığınmış sivilleri buldozerlerle katil İsrail’in ezildiğine şahit olunmasına rağmen hâlâ birilerinin “ambargo korkusu”, mallarının kesada uğrama korkusu, oturdukları koltukları kaybetme korksundan katile ses çıkaramamasını görüyoruz. Kabbani bu durumu Selahaddin’e seslenerek kayıtlara böyle düşmüş.


“Ey Salâhaddin! Ey Salâhaddin!

İşitiyor musun radyo yorumlarını

Kulak veriyor musun bu apaçık alçaklığa?

Yiyeceklerini yediler ve işediler

Arab‘'n güzel çağının yüzüne.

Sahneye konan bu oyun nedir

Sahneye konan bu oyun nedir

Kimdir kadife perdenin duvarlarını çeken

Yazarı kimdir? Bilmiyoruz

Yönetmeni kim? Bilmiyoruz

Kimseler de bilmiyor. Yavrum

Onlar ki kulislerin ardındalar

Onlar ki kulislerin ardındalar

Vatan denen kadına tecavüz ediyorlar

Ayağındaki halhalları satıyorlar.

Satıyorlar gözlerindeki bahçeleri”


Günümüz iş brilikçilerini ne güzel de anlatmış şair:


“Bütün dağlara ‘satılık‘ levhası astılar

Teslim ettiler buğdayı, zeytini, geceyi

Portakalın kokusunu

Görülmeyi yasakladılar düşlere

Şiir yazan bütün kuşları hapse tıktılar


 

Söylenen söz, söyleyen dudaklara zıt

Ey Salâhaddin!

Döneklik çağıdır bu

Kavî kabilecilik kabarması

Ebubekir‘'n evini yaktılar

Nebî'nin ailesine el uzattılar gece vakti

Kureyş'in ileri gelenleri

Ecnebilerin bulaşıklarını yıkar oldular.

Ey Salâhaddin! Söz ne işe yarayacak bu bâtınî çağında?”


Şairin “bilmiyoruz yazan kim, yönetmen kim” dediği konuyu artık tüm dünya tüm çıplaklığı ile biliyor. İşgalciyi pervasız yapan desteklerin kimden olduğunu biliyor. Hangi şirket, hangi hükümet işgalcinin yanında, hangi hükümetler ekranlar karşısında siyonist düşmanı ama sahne arkasında siyonistleri nasıl desteklediğini herkes biliyor. Artık zulümün kara ellerini herkes biliyor. Ve dünyanın vicdan sahipli insanları “adaleti” ayakta tutmak için ellerinden geleni yapıyor. Küresel çaptaki baskılara rağmen insanlık ellerini kanlı olanların yüzüne gerçekleri haykırıyor. Saflar netleşiyor. Kim Allah’ı her alanda “ilah” kabul ediyor, kim rızık verici olarak Allah’tan başkasını görüyor, bir bir kayıtlara geçiyor. 

Geçtiğimiz hafta ülkemizde de böyle bir tarihi olaya şahit olduk. Hepinizin tahmin ettiği gibi gerçekleri Meclis kürsüsünde madde madde, tarihi kronolojisi içinde anlatan Saadet Partisi Milletvekili Hasan Bitmez’den bahsettiğimi anladınız. Hasan Başkan son olarak Sezai Karakoç’un kaleme aldığı şiiri okuyarak bir nevi Nizar Kabbani gibi tarihe not düştü.

Sezai Karakoç’un yazdığı şiiri Hasan Bitmez bu sefer canıyla yazdı. Hasan Bitmez şiiri okudukça zalimler tarihe kalın çizgilerle kaydedildi. Bitmez şiiri yeniden yazdı. “Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak.” dedikçe Mekke’de hakikati söyleyen Peygamberin (sav) sesi duyulmasın diye gürültü çıkaran Mekkeliler gibi sesler yükseldi şiirin muhatap olduğu kitleden.

Hasan Bitmez şiiri yeniden yazdı. Ellerinde Irak kanı olanlara tıynetleri hatırlatılarak yazıldı. Gazze'de daha doğmamış ceninin vurulmasına petrol sevkiyatı yapmaya devam edenlerin yüzüne karşı yazıldı. Hastaneleri, camileri, kiliseleri, okulları vuran masmavi gökyüzündeki metal canavarları kullananların Konya’da eğitilmesine göz yumanların yüzüne şamar gibi nakşedilerek, yazıldı!

Bir şiirin yeniden yazıldığı Meclis tutanaklarına geçti. İşbirlikçiğin kişiyi nasıl insanlıktan çıkardığını göstere göstere yazıldı!

Bir şiir yeniden yazıldı. Mazlum ve masumlara umut olarak. Bir şiir yeniden yazıldı zalim ve destekçilerin kara suratları ortaya konularak! Hadi kurtarın kendinizi Allah'ın azabından! 

Tarih Kabbani'lerin, Karakoç'ların ve Bitmez'lerin şiirlerini yazmaya devam edecek.


21 Aralık 2023/ Millî Gazete



https://www.milligazete.com.tr/makale/18451489/elif-ors/bir-siir-yeniden-yazildi

Ey Sakallı Hüsnü Amcam! Senin Verdiğin Oyun Bedelini Gazzeli Bebekler mi Ödeyecekti?

Her şeye her duruma rağmen bir bayramı geçirdik. Dilerdik ki, yeni bir tazeleniş olsun, bir muhasebe olsun hac günleri. Müslümanlar Allah’...