Haziran 20, 2021

Yürümek İnsan Kalmanın İlk Adımıdır

Hastanelere baktığımızda ülkede sağlıklı insan kalmadığını gözlemliyoruz. Yaşlısından çocuğuna her yaş aralığınıdan insan hastanelerde ömür geçiriyor. Önceleri yaşlılara ait olan hastalıklardan artık bir insanın en sağlıklı olacağı dönem gençlik döneminde insanların muzdarip oldukları vaka sayısı artıyor. İlk okula giden çocuklarda kalp krizleri, şeker hastalıkları gibi hastalıklar zuhur ediyor. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde şeker, tansiyon, üst solunum hastalıkları, alerji, obezite gibi daha bir çok rahatsızlıklar mevcut. 

Doktorlar, uzmanlar yaşadığımız bu muazzam hastalıkların temelinde hareketsizlik ve beslenmenin yattığı gerçeğini ifade ediyorlar. Tüketim toplumunu oluşturmak için üretimden tüketim alanlarına kadar kurulan sistem, şekillendirilen hayat insanı hareketsizleştirmiştir. “Zaman nakittir” sloganıyla üretilen her ürünün insana “zaman kazandıracağı” bireyin kendine daha fazla “zaman” ayıracağı pazarlamasıyla insan makinalara bağımlı hale getirilmiştir. İnsanoğlu en küçük işinde bile makinasız yaşayamaz hale gelmiştir. Kentler insanlara göre değil arabalara göre planlanmış, yaya yolları, bisiklet yolları daha insanlığın gündemine yeni girmiştir. Evden başlayıp insanın günlük yaşamını sürdürdüğü her alan bizi, insanı biraz daha hareketsiz kılmak üzere inşa edilmiştir. Sonuç ise hastane kuyruklarında o tahlilden bu tahlile koşuşturan hastalar.

Beyin üzerine çalışan ve tıp alanında uzmanlar insan beyninin ve bedeninin hareket üzerine yaratıldığını, bedenin ve beyinin hareket için tasarlandığını söyler. Tabiri caizse insanın yazılımı hareket program üzerine kodlanmıştır, tasarlanmıştır, yaratılmıştır. Uzun süre masa başında ya da durarak çalıştığımızda ayağa kalkıp hareket yaptığımız zaman algılarımız açılır ve beyinin dikkati, bilinci, kavrama kapasitesi artar. Unutmayalım ki, beyin hareketli organizmalarda mevcuttur.

Yaşadığımız mekanlara, kentlere, çalıştığımız iş yerlerine bakalım. Tüm çalışmalar insanın fabrikalarda daha fazla çalışabilmesi, kapitalizmin seri üretim hattında daha verimli çalışabilmesi üzerine kurulu. Herkes metroların, tramvayların, otobüslerin insanların refahını sağlamak, konforunu arttırmak, ulaşımını kolaylaştırmak için yapıldığını düşünür. Oysa ilk yapılan metro kentin kıyılarından, kırsalından gelip fabrikalara, işyerlerine giden işçilerin kentin merkezindeki görüntüyü bozmaması, işçilerin bulundukları yerden getirdikleri pisliklerle kentin merkezini kirletmemesi için yapılmıştır. Ayrıca bu hızlı ulaşım sistemi ile yolda daha az yorulan işçi üretim/montaj hattında daha verimli çalışacaktır. Böylece insan daha az yürüyecek, daha az insan kılan hareketleri yaparak çalıştığı fabrikadaki makinaların bir uzantısı olarak hareket edecek düzeyde olacaktır.

Biz dünyaya insan olarak geldiysek ve bu dünyadaki yaşamamız insan kalmak üzere ise neden böyle bir sistemde var olmayı sorgulamayız? Normal yaşamda hareketsiz bırakılan insan üzerinden şimdi de fitness, spor klüpleri sektörüne mahkum edilmiş durumda. 

Bu konu hakkında Mimar Turgut Cansever, Beyazıt Meydanı’nın düzenlemesinde, meydanı yayalara açacak şekilde düzenlemelere gidilmesi için çalışmıştır. Cansever’e göre yürümek bir noktadan diğerine ulaşmak için gerçekleştirilen fiziki bir aktivite değil, düşünsel gelişimin bir aracı olarak kabul etmiştir. İnsanı ‘yüce varlık’ statüsünde gördüğü için birey yararına Beyazıt Meydanı’nı yayalaştırmıştır. Cansever, meydandaki motorlu taşıt yolları ve karayolu kavşağı kaldırarak şehirlinin meydanı bir bütün olarak yaşaması için çalışmıştır. 

Yürümek meselesi için şu cümleyi kurabiliriz böylece: Yürümek insan kalmanın ilk adımıdır. İnsanı diğer yaratılmışlardan ayıran düşünebilmesidir. Doğada gördüğü güzellikleri idrak edebilmesidir. İnsanı insan kılan yaşadığı yeri, mekanı güzelleştirebilmesidir. Yürümek, düşünsel yolculuğumuzda insanı, bizi besleyen; dünyada neden yaratıldığımızı hatırlatan bir faaliyet demektir. Mekan ve zaman bağlamı kopmayan insan yaşadığı dünyayı iyi bir şekilde muhakeme eder.

Demek ki liderlerin ve topluma önder olanların yürüyüşleri boşa değilmiş: Peygamber Efendimiz’in (sav) peygamber olmadan önce Hira’ya doğru yürüyüşleri, Erbakan’ın Kudüs Yürüyüşü, İzzetbegoviç’in Saraybosna yürüyüşleri, Mehmet Akif’in gideceği her yere yürüyerek gitmesi, İslam şehirlerinin insanın yürüyebilmesi üzerine inşa edilmesi, Hindistan’da sömürgeci İngiliz güçlerini süren Gandi’nin Tuz yürüyüşü…

Ne dersiniz, insan kalmak için “yürüme hakkımızı” talep etme vakti gelmedi mi?


1 Nisan 2021/ Milli Gazete



 https://www.milligazete.com.tr/makale/6878503/elif-ors/yurumek-insan-kalmanin-ilk-adimidir




Anlamak Eylem Gerektirir

 Dünya tarihinin en kanlı, en vahşi zamanlarını yaşadık, yaşıyoruz. Teknolojinin gelişmesiyle önceleri sadece cephede olan savaşların teknolojinin kullanımıyla kitleleri imha eder hale geldiği, günümüz savaşlarında askerden çok masum sivillerin öldürüldüğü modern zamanlar. Oturduğu karargahda sadece tek tuşa basmakla binlerce insanın hayatına son verilen zamanlar. Şu kısa ömrümüze baksak bile ne kadar çok katliam, savaş, sıcak savaş, işgal sayarız. Hepsinin de şahidiyiz! 

Bu olaylara müdahale edememizin yanında gündemimizde de “Unutursak vicdanımız kurusun!”lu belirli gün ve haftalar gibi andığımız, gündelik yaşamımızda hayatımızın bir parçasına iliştirip geçiverdiğimiz meseleler. Zamanın geçmesiyle tarih sayfalarında bir konu olarak anılan, yaşandığı zaman çoğu kimsenin umrunda olmayan işgaller, savaşlar, katliamlar, baskılar, zulümler. II. Dünya Savaşı’ndan sonra şekillenen dünya böyle bir dünya.

Geçen gün yine öyle bir gündü, Halepçe katliamı. Temmuz ayında Srebrenitsa katliamı. 2001 Afganistan’ın işgali ile başlayıp, Irak’ın işgali ile devam eden milyonlarca masum insanın hayatını kaybettiği, kimin engelli kaldığı, kiminin annesiz, babasız, evlatsız kaldığı nice olay. Kimisi neredeyse yüzyıllık kökeni olan gerilim ve savaş alanları. Filistin gibi, Keşmir gibi, Doğu Türkistan gibi. Daha nice sayfalarımıza sığdıramadığımız zulümler. Bizdeki tepki ise eğer biraz haberdar isek “Kahrolsun!”lu paylaşımlar, bir kaç entel camiaya mal edilen yazılar, bahisler… Sonra ise sanki olaylar hiç yaşanmamış gibi günlük koşturmacalarımıza devam. 

Allah (cc) imtihanımızda bize sık sık dünyada neden var olduğumuzu hatırlatıyor. Anlarsak. Yüzümüze çarparcasına hatırlattığı örnekler de oluyor. Bir müslümanın yeryüzünde iyiyi-güzeli-doğruyu-faydalıyı-adaleti hakim kılmak için yaratıldığını, müslümanın yeryüzünde olmasının manasının hakkın yanında olduğunu hatırlatıyor. Allah’ın (cc) müslümanlardan belli zamanlarla tespit edilmiş, belli ölçülerle belirlenmiş ibadetlerinden öte tüm hayatını ibadete çeviren “duruşa/ kıyama” sahip olmasını istediği apaçık ortada. İslam’ın korumak için gönderdiği beş meseleyi hayatının meselesi yapmayan müslüman İslam’ın neresindedir?

Bir kötülük gördüğünde eliyle, eli ile yetmez ise diliyle düzeltmesi emredilen ümmet olarak çevremizde, yaşadığımız çağda meydana kötülüklere sadece kalbimizle buğzetmek bizi kurtaracak mı? Allah katında hiç bir suçun, zulmün, kötülüğün zaman aşımına uğramadığını bilerek nasıl yaşanılan zulümlere sessiz kalabiliriz, görmezden gelebiliriz? ‘Konjonktür bunu gerektiriyor’ diyerek zulümlere destek verebiliriz? 

Bu hafta gündemimize gelen diğer konuda Amerika’dan yola çıkıp, Filistin’e gelen İsrail’in yapmış olduğu insanlık dışı uygulamalara karşı duran Rachel Corrie’nin vefat yıl dönümüydü. Siyonizmin yapmış olduğu kuvvetli kötü propagandaya rağmen Filistin’de ne olduğunu görmek için yola çıkan Rachel, Filistin’de gördüklerini ailesine yazdığı mektupta “Dünyada böyle bir zulmün kıyamet kopmadan gerçekleştirilebileceğine inanamıyorum. Canımı yakıyor, geçmişte de yaktığı gibi dünyanın böyle korkunç bir hale gelmesine göz yumuşumuza tanıklık etmek.” şeklinde anlatmıştı. Ve Filistin’de kalıp müslümanların yanında israil işgal güçleri tarafından evleri yıkılan Filistinlere destek verirken İsrail’in buldozerleri altında ezilerek vefat etti. 

İnsanda yaratılışta olan iyinin-güzelin-doğrunun-faydalının-adaletin yanında olma meziyetini yerine getiren Rachel örneği müslümanların Allah’ın çarptığı bir örnek oldu. Üzerinden on sekiz yıl geçti. Başımızı ellerimiz arasına alıp düşünmemiz ve nefis muhasebesi yapmamız gerekirken geldiğimiz nokta ise içler acısı. İsrail işgal güçleriyle Mavi Marmara üzerinden Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanındığı anlaşma.

Yıllar geçti. Gündemimizde eskisi gibi de yer almaz oldu Rachel ve Filistin davasının savunucuları. Bizler artık oturduğumuz koltuklardan sosyal medyadan yaptığımız paylaşımlarla hayatımıza iliştiriveriyoruz meseleyi. Yine oturduğumuz yerden Rachel’e övgüler, cesur insan güzellemeleri yapıyoruz. Rachel’in dediği gibi “Zulüm bizdense, ben bizden değilim!” yazıyoruz. Müslüman olarak önce bizim sorumluluğumuzda olan bir meseleyi yüklenmiş Rachel’in üzerinden vicdanımızı rahatlatıyoruz. Çocuklarına iyiyi-güzeli-doğruyu-faydalıyı-adaleti hakim kılmak için çalışan kurumlardan, kuruluşlardan, faaliyetlerden uzak durmasını nasihat eden anne-babalar Rachel’in genç yaşta Filistine gelmesine methiyeler diziyor. Talebelerine “diploma”yı aldıktan sonra istedikleri her şeyi yapabileceğini söyleyen hocalar, önderler, öğretmenler Rachel’in gençler için örnekliğinden dem vuruyor. Her müslümanın zaten inancı gereği olması gerektiği yerde Rachel olmasından sevinç duyulurken, Rachel olması gerektiği yerde “Neden, niçin biz yokuz?” Soruları sorulmadan günlerimizi geçiriyoruz. 

Şu gerçeği unutmayalım ki; Filistinliler orada israil’e karşı tüm müslümanların namusunu koruyor. Nicesi isimsiz kahramanlar, nice anneler evladından hak dava yere düşmesin diye vazgeçiyor. Nice gençler önceki nesilden aldığı bayrağı geleceğe taşımak için ömürlerini veriyor. Dönemin Davutları ellerindeki taşlarla dönemin Calut’una kafa tutuyor. Filistin’de verilen mücadeleyi sadece bir insan hakları aktivistliğiyle bakamayız. Belki de bin yılların hesaplaşması.

….

Hele de “İmani bir mesele” olan Filistin davasında Filistinlilerin yanında İsrail’in karşısında olma eylemini insan hakları aktivistliğine indirgememize ne demeli? Sanki boş zamanlarımızda yapılacak hobilerdenmiş gibi.

Peygamber Efendimiz’in (sav) daha peygamber olmadan insanların canlarına, mallarına, inançlarına, namuslarına, akıllarına karşı olan düzene “dur” demek için dahil olduğu “Hilful-füdul” dünyada bir nevi hakkın aranması çalışmasıydı. “Hilful-füdul”a dahil olmuş bir peygamberin ümmeti şimdi nerede? Gözlerimizin önünde cereyan eden zulümlerin neresindeyiz? Ellerinden geldiğince yaşadıklarını anlatıp destek isteyen Doğu Türkistanlı kardeşlerimiz hayatımızın neresinde? Doğu Türkistanlılar soykırımdan geçtikten sonra “Unutursak vicdanımız kurusun!” yazmak için mi bekliyoruz? Yaşadığımız çağdaki zulümlerin ne olduğunu anlayabiliyor muyuz? Soralım bu soruları kendimize, çünkü anlamak eylem gerektirir.



18 Mart 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/6638593/elif-ors/anlamak-eylem-gerektirir


Haziran 19, 2021

Sözünü Tutan Bir Yiğit; Şevket Kazan

 Yeni nesil ne iş yapıyorsa; iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış, faydalı ya da zararlı, adilane ya da zalimane olarak önceki kuşaklardan aldığı miras üzerine inşa eder. Önceki neslin aksaklıkları ya da güzellikleri yeni nesilin davranışlarında neşet eder. Bu sebeple müslümanlar evlatlarına iyi örnekleri sunmak zorundadır. Çocuklarına, gençlerine kendi önderlerini, önderlerinin yaptıklarını aktarmak büyüklerin üzerine vazifesidir. Bize güzel örnek olanlara vefa gereği de bunu yapmak gerekmektedir.

Şevket Kazan’ı aklım erdiğinde ilk dinlediğim zaman Bolu İmam Hatip Lisesi’nde okurken siyasi yasaklı olduğu dönem olan 2002 senesiydi. Siyasi yasaklı olmasına rağmen ülkesi ve ümmet için çalışmadan geri durmuyor, sivil toplum örgütlerinin düzenliği programlarda “adalet, hak arama” üzerine konferanslar verirdi. Şevket Kazan o gün konuşmasında başörtüsü zulmünü anlattığı kendi yazmış olduğu şiiri okumuştu. Şevket Hocamı dinlerken o muydu başörtüsü mağduru yoksa ben miydi karar verememişti. Öyle bir yürekten okuyordu ki, hiç bir başörtüsünden mağdur olmuş kişi şiiri o duyguda okuyamazdı. O gün bir daha anlamıştım ortada bir dert varsa bu derdi her gönül ehli, her sorumluluk sahibi müslüman ve her insanlıktan nasibini almış kişi o dert kendi derdiymiş gibi dertlenirmiş. Ama Şevket Hocam şiiri okurken öyle bir durumdaydı ki, o dertleri bedenin bütün hücrelerine yerleştirmişti, adeta hücrelerinin bir yapı taşı haline getirmişti. 

Fakat Şevket Hoca diğer başörtüsü savunucularından başka bir şey daha yapmıştı o gün. Bir sorunla, bir meseleyle karşılaşıldığında illa siyasi alanda değil sivil alanda da hak arama çalışmaları yapılabileceğini, yedi kişi bir araya gelip bir dernek kurabileceğini, bu dernek faaliyetleri sahasında hem hakların aranacağını hem kamunun dikkatinin çekebileceğini ifade etmişti. Bu iki yıldır başörtüsü mağduriyeti yaşayan birinin karşılaştığı farklı bir teklifti. O senelerde, başörtüsü imam hatiplerde dahi yasaklandığı zamanlarda, dönemin hocaları, önderleri biz öğrencilerine ya başörtülerimizi çıkarmamızı ya başka illere giderek lise tahsilimizi tamamlamamızı ya da eve gidip oturmamızı tavsiye edip, bırakmışlardı. Belki yapabilecekleri o kadardı ama Şevket Hoca bize o günkü konferansta bu mücadelenin başka alanına işaret etmişti. 

O konferansta Şevket Hocam’dan öğrendiğim bir hak arama mevzu bahis olduğunda farklı alanları vardır ve orada da çalışmalar yapılmalıdır, oldu. Hele de hak davayı savunuyorsan yoluna devam etmelisin. Şevket Hoca’nın hayatı da zaten böyle bir mücadele örneğiydi biz gençler için.

Daha sonra Şevket Hocayla Eskişehir’de kesişti yolumuz. Bir ara Eskişehir Saadet Partisi il sorumlusuydu. Her ay teşkilatta yapılan çalışmaların raporlarının sunulduğu toplantıya Şevket Hoca bazı aylar eşiyle birlikte katılırdı. Teşkilata mensupları olarak o gelişlerinde Şevket Hoca’nı eşine gösterdiği hürmetin şahitleri oluyorduk. Yıllardır kürsülerde anlatılan Hz. Peygamber Efendimiz’in eşlerine muamelesinin örneğini görüyorduk. Şevket Hocamın eşinin fikrini sorması, programını sorması, ara ara eşine yaptığı latifeleri görmek bir müslüman ailede iletişimin nasıl olması gerektiğine dair bir fikir oluşturuyordu. Kürsülerde zalimlere karşı kükreyen Şevket Hoca’nın eşinin karşısındaki munisliği bir müslümanın nerede, nasıl davranması gerektiğinin güzel misaliydi.

Son katıldığı toplantılarda muhakkak Ahzab Suresi 23. ayeti kerimeyi okuyordu: “Mü’minlerden öyle er kişiler vardır ki, Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler. Onlardan bir kısmı adağını yerine getirdi (canını verdi) kimi de (Allah için canını vermeyi) beklemektedir. (Özlerini ve sözlerini) hiç değiştirmediler.” Bu ayeti okuyuşunda hissediyorduk ki ayette geçen “sözünü tutan yiğitlerden” olmak arzusuydu. 

Şevket Kazan sadıklardan olarak bu alemden gerçek aleme göç etti. Bize de sonraki nesillere gösterebileceğimiz bir güzel örnek bıraktı. Yaşamında hak davadaki duruşuyla, Erbakan Hocamıza arkadaşlığıyla, parti teşkilatlarındaki koşuşturmasıyla, meclis kürsüsünde bir şair hassasiyetiyle konuşmalarıyla yeni nesil istediği özelliğini kendine rehber edineceği bir önder oldu. Toplumda olumsuz davranışları sergileyen, gençlere kötü örnek olan kişileri dilimize pelesenk yapmak yerine iyi insanları, güzel davranışları olanları, hakkaniyetli davası olanları analım ki, gençler meselenin özünü öğrensinler. Şevket Hocamıza ve davamda emeği geçen güzel büyüklerimize bin rahmetle…


11 Mart 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/6614705/elif-ors/sozunu-tutan-bir-yigit-sevket-kazan

Bir Mağdur 28 Şubat

 Yazılarımızda zaman zaman ele alıp dikkat çektiğimiz bir konu var: Kimliksizleştirme. Kimliksizleştirme cari olan materyalizme dayalı kapitalist sistemde insanları köle yapmak için, var olan sömürü sistemini sorgulayamaz hale getirmek için toplum mühendisliklerinin kullandığı ana konulardandır. Kimliksizleşen toplum geçmişini, kimliğini oluşturan etmenleri bilmediği için çok çabuk şekilde egemen güçlerin istedikleri kalıpta şekillendirilebilinir.

Toplumları kimliksizleştirmek için yapılan en önemli faaliyet toplumları hafızasızlaştırma, tarihinden kopartmadır. Ülkemizde de hem şehirlerin tasarımında, ev mimari yapısında, hem de kitle iletişim araçlarıyla bilinçli ve programlı bir şekilde hafızasızlaştırma gerçekleştiriliyor.

Bunun en son örneğini tarihe ‘postmodern darbe’ diye geçen “28 Şubat” haberlerinde, belgesellerinde şahit olduk. Televizyon ekranlarına, gazete ve dergi sayfalarına bol bol 28 Şubat sürecinde mağdur insanlar taşınmış. O dönemde neler yaşadıklarını anlatan başörtülü mağduru kişileri gördükçe kendimizle de özdeşleştirerek bu kitle iletişim araçlarının içeriklerini izledik. 28 Şubat’ta milletimize reva görülen baskıları, engellenen nesillerin hayallerini, siyasi hayatta ve ekonomik hayatta yaşanılan sıkıntıları, şehirlerin ortasından yürütülen tankları, bir tiyatro eseri gösterilen kalkancı saptırmalarını, binlerce, yüzlerce hikaye…

Evet, 28 Şubat 1997 tarihi milletimiz tarihinde büyük yaralar açmış, milletimizi bir korku tüneline sokmuş tarihte hiçbir örneğine benzemeyen bir tarihi vakadır. Eğer 28 Şubat meydana gelmeseydi ülkemiz, milletimiz ve ümmetimiz neler kazancaktı, bu hesabı yapılmayan bir mevzu hala. Fakat yapılan haberlere, içeriklere bakınca bir şeyler eksik. Bir türlü 28 Şubat “Neden” ve “Niçin” yapıldı soruları sorulmuyor. Mağdurlar yaşadıklarını anlatıyor, siyasetten uzak kalanlar neler yaşadıklarını anlatıyor ama bir türlü bu postmodern darbe neden ve niçin yapıldı, gündemde yok. Mağdurların kimisi 28 Şubat’ın “insan haklarını ve milletin iradesini hedef aldığını” söylüyor. Kimisi kendi hikayesini tüm hikayenin tamamı gibi anlatıyor. Ama sıra bir türlü cevap “niçin” ve “neden” olduğuna gelmiyor. 

Biz cevaplayalım, neden bu sorular sorulup cevaplarının yayımlanmadığını. Kitle iletişim araçlarında olayları manipüle etmek için “neden” ve “niçin” soruları sorulmaz. Dikkatli bir haber okuyucusu iseniz bunu siz de farketmişsinizdir. Haber metninde olayın ne olduğu, nerede olduğu, ne zaman olduğu ve kimler olaya dahil oldu, bu soruların cevaplarını bulabilirsiniz. Eğer içinizden “Peki, bu olay neden ve niçin olmuş?” diye sorarsanız en derin haber metninde de bunu bulamazsınız. Bu sorularının cevapsız kalması toplumların algısında istenilen değişimi yapmak ve toplum mühendisliği çerçevesinde istenilen toplum seviyesini oluşturmak içindir. 

28 Şubat Postmodern darbesiyle ilgili yapılan haberleri, üretilen içerikleri bir iletişimci olarak incelediğimizde bağlamından koparılarak bu toplumda bir hafızasızlaştırma aracı olarak yapıldığı gerçeğini görüyoruz. Bizde bu yazımızda tarihi olayda gözden kaçırılan kısmı yazalım. 

Birincisi 28 Şubat Postmodern darbesi Erbakan ve Milli Görüş’e karşı gerçekleştirildi. Erbakan ve Milli Görüş’ün hedeflerini gerçekleştirdiğini gören ırkçı emperyalizm boş durmadı. İçerideki işbirlikçilerini de kullanarak 28 Şubat sürecini başlattılar. 

İkincisi Erbakan, 28 Şubat’ta pes etmiş, tırsmış bir lider değildir. Bunun üzerinden “masaya vurmadı” diye propaganda yapanların şu an mağdurum edebiyatını yapmaktan da geri durmayanlardır. Erbakan 28 Şubat’ta dimdik durmuş ve görevini 18 Haziran 1997’de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e teslim etmiştir. Eğer hükümet ortağı DYP’nin milletvekilleri sağlam dursalardı muhtemelen Refah-Yol Hükümeti, 54. Erbakan Hükümeti hedeflenen zaman zarfında hükümet olarak kalacaktı.

Üçüncüsü 28 Şubat’ın gerçek mağduru ve hedefindeki isim Erbakan Hocamız hiçbir zaman darbe edebiyatı yapmamıştır. 28 Şubat sürecinde partisi kapatıldığı zaman “Olay aslında tarihin akışı içinde fevkalade basit bir olaydır. Bu kararın yürürlüğe girmesiyle Türkiye’de halkımızın büyük bölümünün partisi olan Refah Partisi ve onun davası zerre kadar etkilenmez.” diyerek davasına kaldığı yerden devam ederek teşkilat toplantısına devam etmiştir. 

Biz de bu kısa bilgilerden sonra 28 Şubat’ın yapılmasına sebep olan esas meseleleri tekrardan hatırlatalım. Erbakan siyasi hayata katıldığı 1969’dan beri ekonomide faizsiz ve üretime dayalı bir ekonomiden bahsetti. 54. Erbakan Hükümeti’de bu minvalde yaptığı çalışmalarla “Havuz Tek Hesabı”nı kurdu. Bundan öte emekliye, işçiye, memura, bağkurluya, çiftçiye, esnafa en büyük desteği ve zammı tek bir vergi kaleminde artışa gitmeden yaparak ilk denk bütçeyi kurdu. Havuz Tek Hesabı sebebiyle iç rantiyenin hortumlarının kesilmesi içerideki rantiyecileri rahatsız etti. Eğer Erbakan “faiz dünya gerçeği” gibi sözler söyleyip başbakanlık yapsaydı; Erbakan’ın Başbakanlık’ta cemaat ve dini önderlere vermiş olduğu iftar programı hiçbir zaman gündeme gelmeyecek ve darbe sebebi olarak söylenmeyecekti. Postmodern olaya giden birinci etken iç rantiyecinin hortumlarının kesilmesidir.

Diğer ve en önemli sebep ise yine Erbakan’ın en başından beri hedefi olan İslam Birliği’ni kurmak için kurmuş olduğu D-8’lerdir. Erbakan Hocamız 1996’da iktidar olduğunda dış mihrakların baskısı olan ilk yurtdışı seyahatini bir batı ülkesine yapmamış, bunun tam tersi olarak ilk yurtdışı gezisini D-8 ülkelerinden biri olan İran’a yapmıştır. Bu ziyaret Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca cari olan dış ilişkiler politikalarının dışında bir olaydır. Erbakan D-8’leri kurarak tarih boyunca yan yana gelmemiş, aynı masa etrafında buluşamamış üç ülke Türkiye-İran-Mısır’ı bir araya getirmeyi başarmıştır. D-8’leri kurarak Erbakan Hoca G-8’lere hammadde ve enerji sağalayan ülkeleri bir araya getirerek G-8’leri zor durumda bırakmıştır. D-8 ülkelerine ve müslüman coğrafyalarına baktığımızda hammadde ve enerji kaynaklarının çoğunlukla olduğu topraklar olduğunu görürüz. Buna rağmen batı bu topraklardan aldığı nimetleri işleyerek daha karlı bir şekilde yine bu topraklara sattıklarını görüyoruz. Yani yine batının pazarı bu topraklar. D-8’lerin kurulmasıyla başına gelecek ucuz hammadde ve pazarını kaybetme korkusu dış mihrakları 54. Erbakan Hükümeti’ne karşı harekete geçirmiştir. 28 Şubat olmasının ve bu baskıların, zulümlerin yaşanmasının esas sebebi de budur. Yani; D-8’lerin kurulmasıyla dünyadaki nimetlerin bir avuç insana giden hortumların kesilmesidir. 

28 Şubat’ta milletimizin yaşadığı mağduriyet, mağdurluğun sadece bir kısmıdır. 28 Şubat’ın esas mağduru “havuz tek hesabı”ndaki sistemin kaldırılmasıyla hala bugün açlıktan intihar eden insanlarımızdır. Çöplerden yiyecek toplayan insanlarımızdır. 28 Şubat’ın esas mağduru D-8’lerin aktif olmamasıyla, İslam Birliği kurulmadığı için Amerika işgalinde can veren iki milyon masum Irak’lıdır. Arap Baharı ile ile talan edilen herkestir. Ülkesinden yaşayabileceği ülkeye kaçarken Bodrum kıyımıza vuran Aylan Bebek’tir. Erbakan’ın hedefi olan “Adil Temellere Dayanan Yeni Bir Dünya”nın kurulmamasıyla; tüm insanlıktır.

Acınacak durum da şudur: 28 Şubat sebebiyle mikrofon uzatılmış bir mağdur; “28 Şubat mantalitesinin insanlarda bıraktığı travmayı da konuşmak lazım. Ciddi bir travma var.” diyen kişi bile bir türlü bu darbenin niçin gerçekleştiğini söylemiyor. 28 Şubat’ın neden yapıldığını bilmemesine imkan olmayan biri. Yani bir tür tarihi olayda karartma yapıyor. Toplumun hafızasızlaştırılmasında bilerek ya da bilmeyerek rol oynuyor.

….

Kısaca; meselelere öyle bakılmaz!


4 Mart 2021/ Milli Gazete



https://www.milligazete.com.tr/makale/6549616/elif-ors/bir-magdur-28-subat

Hesapları Bozan Lider, Necmettin Erbakan

 İnsanlık tarihi boyunca birçok lider ortaya çıkmıştır toplumlarda; tarih yapan, tarihi değiştiren. Fakat hesapları bozan lider sayısı azdır. Her millet kendi liderini kendi şartlarında, kendi inanç ikliminde ortaya çıkarır. Tarihe damga vuran işleri yapan liderler kendi içinde bulunduğu toplumla çatışanlar değil, kendi toplumunu iyiye-doğruya-güzele-faydalıya ve adalete yönlendirebildiği kadar lider olabilmiştir. Tarihi değiştirebilmiş, tarihe yön verebilmiştir. Her tarihi lider beslendiği topraklardan yola çıkarak, hayata baktığı sabiteleri her hücresine kadar sindirmiş olarak lider olur. Her denk geldiği rüzgara göre şekil alanlar değil, değişmez kaideler üzerine hayat görüşünü inşa eden liderler tarihte söz söyleyebilmiştir. Ne kaba kuvvete sahip olanlar ne de arkasında niçin yaşadığını idrak edememiş kalabalıkları olanlar. 

Türkiye Cumhuriyeti döneminde de bu millet kendi içinden hesap bozan tek lider çıkmıştır. Milletine batılılaşma diyerek biçilen deli gömleğini kabul etmeyip son üç yüzyıldır sindirilmiş, bastırılmış, yeri gelmiş inançları yok sayılmış bir millete tarihte ki şanlı sayfalarını hatırlatan bir kahraman. Evet, bu hesap bozan lider Necmettin Erbakan’dır. Ne söylesek anlatamayız Erbakan Hocamızı. Ülkemizde ve dünya tarihinde oluşturduğu etkiyi bizden sonraki nesil ancak hakkıyla yazabilecek ve idrak edecektir. Çünkü çoğunlukla tarihi olaylar içerisinde o olayları yaşayanlar anlayamaz ve insanlık tarihinde oluşturduğu dönüşümü fark edemez. İçimizden ömrü yetenler bunu görecektir.

Erbakan Hocamız’ın her şeyden önce yapmış olduğu şey Türkiye’de ve dünyada zihniyet değişimidir. Son yüzyıllarda “çağdalaşma” adı altında batı tarzı düşünme dikta edilmiş toplumlara buna mahkum olmadığını göstermiştir. Başka dünyanın var olduğunu göstermiştir. Hele de ülkemizde iki batı düşünce tarzı olan sağ ve sol kavramları içerisine sıkıştırılmış, bu kalıplar üzerinden kamplaştırılmış bin yıllık şerefli milletimize; "Milli Görüş; bu milletin inancıdır, tarihidir, kimliğidir, ruh köküdür." diyerek nefesi kesilmiş milletimize nefes alanı açmıştır.

Erbakan Hocamızın, Milli Görüş’ü fikrini ortaya atması, milletimize kendini hatırlatması, Milli Görüş ideali çerçevesinde teşkilatlandırması şüphesiz ki, tarihte yapmış olduğu en büyük hesap bozma olmuştur. Zira II. Dünya Savaşı’ndan sonra Yalta’da şekillendirilen dünyada Milli Görüş’e yer yoktu. Tüm dünya iki kutup arasında sıkıştırılarak sömürülmeye devam etmekteydi. Irkçı Emperyalizm dünyanın hiçbir toprak parçasında Milli Görüş’e dayalı bir hareket istememekteydi. Yıllardır gerek siyasileriyle, gerek ilim adamlarıyla, gerek din adamlarıyla insanlığın yaşanan dünya sistemini sorgulaması bile engellenmişti. Büyük imparatorluklar önce ulus devlet diyerek küçültülmüş, ırkçılık toplumlarda körüklenmiş, toplumlar sürekli bir çatışma içinde bırakılmıştı. Bazı ülkelerde sıcak savaş şeklinde yaşanan zulümler, bazı ülkelerde ülkemizde olduğu gibi sağ-sol çatışması adı altında Soğuk Savaş etkisi yaşanmıştı. Dünya Yalta Konferansı’ndan sonra muktedir/kaba kuvvete sahipler arasında bölüştürülmüştü. Böyle bir sömürü dünyasında bir lider çıkıp besemele çekerek bu sistemin yıkılacağını söylüyordu. Ülkemizin evlatlarının sağ-sol diyerek heder edilmemesi için çalışıyordu. Ve bütün ezberlerin ötesinde sağ ile sol arasında hiçbir farkın olmadığını, sağ ve sol görüşlerin/partilerin aynı arabanın biri sağ tekerliği, diğerinin ise sol tekeri olduğunu, bunlarla ancak aynı hedefe varılacağını, Milli Görüş’ün ise tamamen gidilen “yolu” değiştirmek olduğunu anlatıyordu. 

Erbakan Hoca bir yandan “Yaşanabilir bir Türkiye, Yeniden Büyük Türkiye’yi ve Yeni Bir Dünyayı” kuracak nesli Milli Görüş hedefinde yetiştirirken, diğer taraftan da halka Milli Görüş’ün ne sağ olduğunu ne de sol olduğunu anlatıyordu. Yıllardır zihinlere yerleşmiş yanlış kalıpları, algıları kırmak ve Milli Görüş’ün farkını anlatmak zor oldu. Ki hala bazı akademisyenler bile Milli Görüş’ü “sağ” içinde değerlendiriyor. Bunu Bilerek yapıyorlarsa ayrı bir mesele eğer bilmeden Milli Görüş’e, “sağ” diyorlarsa okuduklarını anlamadıklarının ve siyasi literatürü bilmediklerinin ispatı.

Milli Görüş batı zihninin ürünü olan dünya görüşlerinin kavramlarıyla tanımlanamayacak bir görüştür, Erbakan Hocamız da batı siyasi kavramlarıyla analaşılamayacak bir liderdir. Tüm dünyanın, bir avuç insanın menfaati uğruna heder eden sisteme karşı yeni bir sistem kurmuş, bunu teşkilatlandırmış bir liderdir. 

Erbakan Hocamız şartlara teslim olan değil, şartları teslim alan bir liderdir. Önüne çıkarılan her engeli aşmakta göstermiş olduğu azimden öte gerek ilmi alanda gerekse siyasi alanda ortaya çıkarken hiçbir zaman “müslüman” kimliğini saklamamış, tüm toplantılarına “Es-selamun aleyküm!” diyerek başlayıp cari sisteme meydan okumuş bir liderdir. Bu sözlerimizi günümüzden bir bakışla değil, Erbakan Hocamızın yaşadığı zamana göre değerlendirirsek, namaz kılanları “takunyalı” diye yaftalandığı zamanlarda böyle bir hareketin “devrimci” yanını görebiliriz.

Erbakan bizlere “müslüman” olarak “müslümanca” nasıl yaşanır onu göstermiştir. Eğilmeden, bükülmeden, “banane” demeden, tüm yıldırmalara, saldırılara, yoluna koyulan engellere, atılan iftiralara, canın can alan bölmelere rağmen “şahsiyet”le kitlenmiş olduğu hedefe doğru hep yürümüştür. Yürüyen liderdendir “hesap bozucu lider” Erbakan.

Günümüzde Erbakan’ı ananlara, Erbakan’lı paylaşımları yapanlara bakıyorum. Güzel söz olarak mı paylaşılmış, entelektüel bir çaba olarak mı paylaşılmış yoksa Erbakan’ın davasını dert edinmiş olarak mı paylaşılmış? “Ölmüş” bir kişiyi sahiplenmek her zaman daha kolay olmuştur. Ölenlerin iyiliklerinden, güzelliklerinden, sahip olduğu davadan bahsetmek kolaydır. Bir lideri, bir önderi, bir peygamberi yaşarken sahip olduğu davayı sahiplenmek, yük getirir, sorumluluk getirir, çile getirir, yollara düşmeyi gerektirir, tüm muktedirleri/kaba kuvvete sahiplerinin hışmını üzerine çekmeyi gerektirir. Bir liderle yaşarken beraber yürümek ter dökmeyi, zaman vermeyi, can vermeyi, mevkiinden olmayı getirir. Liderin sahiplendiği hedefi sahiplenmeyi gerektirir. Erbakan Hocam yaşarken bunları yapmayanların şimdiki Erbakan sözlerini duyunca sadece gülüp geçiyor ve Erbakan Hocamız’ın hedef olarak gösterdiği “Yeni Bir Dünya”yı Milli Görüş temellerinde kurmak için gayret göstermeye devam ediyoruz. O hesap bir kere bozuldu…



25 Şubat 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/6527758/elif-ors/hesaplari-bozan-lider-necmettin-erbakan

Ümmet Sınır Tanımaz

 Kendi cümlelerini kuramayan bir ümmet olduk. Çünkü elimizde kendi kelimelerimiz ve kavramlarımız yok. Günlük hayatımıza her ne kadar sabah namazı ile başlasak ta günümüzün geri kalanında kendi dilimizi konuşmuyoruz/konuşamıyoruz. Dayatılan gündemler etrafında dolanıyoruz, dolandırılıyoruz ve ömrümüzü tüketiyoruz. Dünya hayatımızı kurtarmak (!) adına düştüğümüz yollar bir türlü İslam dünyasına çıkmıyor. Çocuklarımızın geleceği hedeflerine bir türlü yaratılış amacı olan yaşadığı dünyaya şahit olmayı, yeryüzünde hakkın temsilcisi olmayı, İslam’ın geliş sebebi olan her insanın canının- malının- neslinin- aklının-inancının koruması üzerine bir sistem kurması gerektiği ilkesiyle yetiştiremiyoruz. Kendi dertlerimizi, kendi acılarımızı, sevinçlerimizi, kutlamalarımızı konuşamıyoruz. Koşuşturmalarımızın hangisi Allah’ın bizden istediği çabalar?

Kendi dilimizi bir türlü konuşamıyoruz. Bir ortamda imam hatip mezunu arkadaşlarımla konuşurken onlara “Neden Irak’taki zulme karşı çıkmadınız? Irak’taki müslüman kardeşlerimize neden sahip çıkmadınız? Ümmet bize emanet değil miydi?” diye sorduğumda altı-yedi senesi imam hatip sıralarında geçen arkadaşımın “Biz kendi ümmetimizle bakarız.” demişti. (‘Kendi ümmetimiz’den kastettiği Türkiye sınırlarının içinde yaşayan ‘vatandaş’lardı.) İmam hatipli arkadaşımın cevabını başta anlayamadım ve işgale destek veren partiyi desteklediği için öyle dediğini düşündüm. Ama mesele körü körüne bir partizanlık değilmiş maalesef. Konuşmanın ilerleyen anlarında gerçekten “ümmet” kavramını bilmediği ortaya çıktı. Diğer üzücü olan ise konuşma sırasında orada olan diğer imam hatip mezunları da arkadaşın baktığı gibi bakıyorlardı ümmete. Biz ‘kendi ümmet’imizden (!) sorumluyduk onlara göre. Kendi ülke sınırlarımız dahilinde olanlardan.

İnsan neye üzüleceğini şaşırıyor. Vatandaş olma ile ümmet olmanın farkının bilinmemesine mi üzüleceksiniz? Vatandaşlık ile ümmeti aynı kefeye koymasına mı kahrolacaksınız? Yoksa bunu söylenin en azından lise mezunu olmasına mı? Yedi sene beraber dirsek çürüttüğün kişilerin dünya algısının ülke sınırları içerisinde sınırlandırılmasına mı üzüleceksiniz? Her mümin kulun bilmesi gereken en temel kavram olan 'ümmet' kavramını yanlış bilmesine mi üzüleceksiniz? Allah’ın müminler için “kardeş” olmayı; aynı kandan ve asabiyetten olmaya değil de, inanmaya dayandırdığını idrak edememiş insanların, geleceği kuracak olan Fatihleri yetiştirmesi beklenen anneler olmasına mı üzüleceksiniz? 

Oysa bu arkadaşlar en azından bir Mirac Kandili programında, kainatın yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan Hz. Peygamber (sav)’imizin, Allah’ın huzuruna çıktığında 'ümmetin'i istediği meselesini dinlemişlerdir. Her peygamberin bir duasının olduğunu bizim Peygamber (sav)’in duasının yine 'ümmetini istemek' olduğunu da duymuşlardır. Sınıf geçmek için bile olsa okudukları Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinden biri olan “Müminler ancak kardeştirler, öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin, Allah’a itaatsizlikten sakının ki rahmetine mazhar olasınız.” uyarısına muhatap olmuşlardır. Eminim ki, bir defa bile olsa Peygamber Efendimiz’in “Yeryüzü bana mescit kılındı.” hadisi ile karşılaşmışlardır. Peki bu “ümmet” olma konusundaki bu durumun sebebi nedir? Peygamber Efendimiz’in (sav) sınırların ve çağların ötesine gönderilmiş bir peygamber olduğu imam hatipte öğrenilememişse hayatın başka alanlarında nasıl öğrenilecek?

Sonra düşündüğüm zaman ben de “ümmet” olmayı imam hatipte öğrenmediğimi anladım. Ben ve benim yaşlarımda olanlar “ümmet”i Erbakan ve Milli Görüş sayesinde öğrendiler. Bizler haritada yerini bile bilmediğimiz ümmet coğrafyasını, o coğrafyadaki mazlum kardeşlerimizin zulümden kurtulması için yaptığımız kermeslerden öğrendik. Dünyanın diğer coğrafyalardaki kardeşlerimizi, onlara katkı olsun diye açtığımız fotoğraf sergilerinden tanıdık. Bizler “ümmet”i mazlum coğrafyalarda zalimler tarafından katledilen kardeşlerimiz için kılanan gıyabi cenaze namazlarında öğrendik. Bizler Türkiye’nin dışındaki mümin kardeşlerimizi İstanbul’ın Fethi kutlamalarında müslüman ülkelerden gelen liderlerin kortejlerinden öğrendik. Biz Erbakan Hocamız; “Bizim davamızda kimse kendisi için yaşamaz. Herkes kardeşi için yaşar.” derken sözde geçen “kardeş” kelimesinin Türkiye ile sınırlı olmadığını bilerek büyüdük. Dünyanın her coğrafyasında yaşayan müslümanların kardeş olduğunu, ümmet olduğunu; dünyanın her toprağının bizim için “mescid” olduğunu; mescitlerin “kan” gibi necasetlerden temizlenmesinin müslümanlar için farz olduğu şuuruyla yetiştik. Ümmetin sınırları tanımayan bir kavram olduğunu, bizim kavramız olduğunu Erbakan Hocamız ve Milli Görüş sayesinde öğrendik.

Şimdi yine beklemedeyim… Bir umut İmam hatipli arkadaşlarım ümmetin ne demek olduğunu öğrenmiştir ve Doğu Türkistan’daki yapılan zulme karşı dururlar…


11 Şubat 2021/ Milli Gazete



https://www.milligazete.com.tr/makale/6371064/elif-ors/ummet-sinir-tanimaz

Hangi Medeniyetin Evladısın?

 Bir yolculuğa çıktığımız zaman yol boyunca gördüğümüz yerlerin -özellikle Osmanlı gibi çok dinli, çok kültürlü yapıya sahip yerleri geziyorsanız- karşıdan baktığımız zaman bile üç aşağı beş yukarı orada yaşayanların kim olduğunu anlarız. Yerleşim yerlerine baktığımızda cami varsa müslümanların olduğunu, kilise varsa hristiyan toplum olduğunu, havra varsa yahudilerin var olduğunu ya da hangi mabed varsa ona inanan bir toplum olduğunu çözeriz. 

Mimar Turgut Cansever şehir ve mimari ile ilgili yaptığı konuşmalarda temel olarak bir yerleşim yerinin yapılmasında, tasarlanmasında, inşa edilmesinde orada yaşayan toplumun inançlarını, düşüncelerini, bilgi seviyelerini yansıttığını ve mimarinin kesinlike inanç alanının içinde olduğunu vurgular.

Zaten biz sıradan müslümanlar olarak bu vurguyu Peygamber Efendimiz’in (sav) siyerinden biliriz. Peygamber Efendimiz (sav) müslüman olarak artık Mekke’de yaşayamaz hale geldiklerinde Yesrib’e hicret etti. Ve artık Yesrib, el-Medînetü’l-Münevvere olmuştur. Bu isim değişikliği bile inanışı yansıtan bir tavırdır. Yesrib; serb kökünden türeyen  “Zarar vermek, karıştırmak, kötülemek, başa kakmak, bozmak” gibi anlamlarına gelir. Peygamber Efendimiz (sav) insanların isimlerindeki kötü manalı olanların değiştirilmesini, yerine manası güzel isimlerin verilmesini tavsiye ettiği gibi  bu uygulamayı şehir isimlerinde de uygulamıştır. Hicretten sonra Hz. Peygamber şehre olumlu anlamlar içeren adlar verilmesini istemiştir.

Peygamber Efendimiz (sav) daha sonra ilk iş olarak şehrin merkezine cami yapmış sosyal hayatın merkezine İslam’ı koymuştur. Çarşının düzenlenmesi, Ashab-ı Suffe'nin kurulmasıyla daha sonraki kurulan şehirlere örneklik teşkil etmiştir. Hicretten sonra kurulan İslam medeniyetleri şehir kurma modeli Peygamber Efendimiz’in (sav) Medine’de yaptıkları örnek almıştır.

Şimdi bakalım yaşadığım yerleşim yerlerine biz hangi inanışın ifadesi olan şehir/kent/yerleşim yerlerinde yaşıyoruz? Dışarıdan birisi ülkemize baksa bizim hangi inanışa, düşünceye sahip olduğumuzu düşünür? Şehirlerin kurulumundan, evlerin, mahallelerinin inşasına ve dahası yaşayan insanlarına baksa bizim hakkımızda ne hüküm verir? Geçtik şehirlerin İslam’a göre yapılmasına sokaklarımıza, caddelerimize, meydanlarımıza baksa okullarında, camilerinde “Temizlik imanın yarısıdır.” diye anlatılan ve böyle bir dinin müntesibi olduğunu iddia eden bizler hakkında ne düşünür?

Yeni yeni yapılan tokilere ve apartmanlara bakılsa tek tip yaşam modelini dayatan komünist gibiyiz; insanların yaşadığı ev sistemine bakılsa Sanayi Devrimi’ne yeni başlamış apartman modeli gibiyiz; şehrin/kentindeki alış-veriş merkezlerine (avm) şehrin hemen kıyısına yapılan stadlara, şehrin dışındaki mezarlıklara bakılsa kapitalist gibiyiz; restore edilen tarihi eserleri kıyaslasak Hristiyan gibiyiz; sokak, cadde, kurumlara verilen isimlere bakılsa Anadolu’nun pagan dönemindeyiz; kamu alanlarımızın temizliğine bakılsa hiç medeniyet görmemiş kabileler gibiyiz; çevremizi sahiplenmemize, sorumluluğumuza bakılsa her an Orta Asya’ya dönecek gibi şehirlerimizi sahiplenmemiş göçmenler gibiyiz.

Mimar Cansever’e göre şehirlerimizi “İnsanı dünyayı güzelleştirmekle görevli en yüce varlık sayan İslam’ın ‘her şeyi yerli yerine yerleştirme’ önerisini, geleceğe temel teşkil edecek” şekilde kurmamız gerektiğinin borcumuz olduğunu savunur genel olarak.

Yaşadığı yerleşim yerlerinde inancını temsil edemeyen/ etmeyen, kendi cümlelerini kuramayanlar, kendi düşünce dünyalarını kuramayanlar, kendi sorularını soramayanlar, kendi sorularına kendi cevabını veremeyenler, kendi şehirlerini kuramayanlar nasıl yeniden bir medeniyeti inşa edebilirler?

Mimar Turgut Cansever’e göre “Şehir, ahlakın, sanatın, felsefe ve dini düşüncenin geliştiği çevre olarak, insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı ortamdır. Bu idraki şehir biçiminin oluşmasını da sağlar ve insanın en üst gelişme düzeyine ulaşmasının temeli olur.” 

Bu konuyu ne zaman dert edinmeye başlayacağız? Kendi kelimelerimize, kendi sorularımıza, kendi cevaplarına, kendi şehirlerimize, kendi inancımıza ne zaman sahip çıkacağız? Sahi hangi medeniyetin evladıyız? 


4 Şubat 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/6346624/elif-ors/hangi-medeniyetin-evladisin


Anne Olarak Duanız Nedir?

 Aliya İzzetbegoviç ailesinden aldığı İslam terbiyesinin kişiliğinin oluşmasında önemli bir etken olduğunu söyler. Özellikle annesi Hiba Hanım’ın muttaki kişiliğinin kendisini çok etkilediğini, 15-16 yaşlarında bir ara dinden soğuduğu zaman tekrardan İslam’a dönmekte ailesinden almış aldığı terbiyenin ve annesinin etkisinden bahseder. Bir insanın kimliğinin oluşmasında hiç şüphesiz en etkili faktör aile ve aile içinde de annedir. Temiz bir sayfa olarak dünyaya gelen insan ilk annesinin üzerinde bıraktığı etkileri bir ömür boyu taşır. 

Yine bir şair dünyadaki yerinin annesinin duasından öğrendiğini söyler. Şair İsmet Özel “Annem benim için dua eder, cümle ümmeti Muhammed’in çocukları diye de eklerdi. Ben yerimi annemden öğrendim.” Hangimizin büyüğü böyle dua etmemiştir bizim için. Hangimizin kulağında bu dua yoktur. Sormaya, sorgulamaya devam edelim. Hangi diplomalı bir eğitimci, öğretmen, yılların kitaplarını hatmetmiş bir insana bu kadar kısa bir söz içinde bu kadar veciz bir şekilde insanın kimliğini inşa edebilir?

Bir annenin de fiili duası yetiştirdiği evlatlarıdır. Bir anne bir çocuk yetiştirirken kendi arkasından salih amel işleyecek ya da kötü amel işleyecek bir dua bırakır. Anneler dualarıyla yavrularını en güveniler olana emanet ettiği gibi çocuklarını da Allah’ın emrettiği yetiştirerek topluma, millete, ümmete, insanlığa yararlı emin insanlar yetiştirir. Bir anne bir çocuğunun nasıl karnını doyurmasıyla tüm maddi ihtiyaçlarını karşılıyorsa; sözleriyle, nasihatleriyle, çocuğunun midesini helal ile doyurduğu gibi evladının aklını/kalbini; doğrulukla-iyilikle-güzellikle-adaletle-faydalı olanla besler. Bir insanın annesine muhtaçlığı ne kadar büyürse büyüsün bitmez. Bebeklikten sonra çocukluk, gençlik, erişkinlik derken hayatının her devresinde farklı farklı olsa da annesine muhtaçtır. Kimi zaman duasına kimi zaman nasihatine kimi zaman uyarısına.

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Temel Başkan’ın tanıtma standındayken gelip Temel Başkan’ın eşi hakkında ileri geri konuşan amcayla muhatap olduğum zaman aklıma ilk gelen hangi adayı ya da partiyi desteklediği değildi. Annesinin hiçbir zaman oğlunu “Aman evladım, kimsenin hakkında iftira atma, kimsenin kul hakkına girme!” Diye uyarıp uyarmadığı oldu. Annesine, bacısına, eşine söylendiğinde rahatsız olacağı şeyleri tanımadığı biri hakkında bu kadar pervasız konuşabiliyorsa burada kör bir particilikten ötesi vardır: Annesinden-babasından bu konuda uyarılmamış olması, İslami terbiyesi almamış olması. Yoksa bir insan kendi ahiretini yakacak, kısa günde kar sağlayacak bir meseleye bu kadar körü körüne sarılıp başkalarına saldıramazdı.

Yine insan düşünmeden edemiyor. Milleti gerip, insanlara iftira atan, kavga çıkaran siyasilerin anneleri çocuklarının yaptıklarını takip etmez mi? “Ben seni böyle biri ol diye mi yetiştirdim.” diye kulağınıa fısıldamaz mı? Evlatları ellerini öpmeye geldiğinde bir kaç kelamda olsun uyarmaz mı, nasihat etmez mi? Bir Cuma hayırlamasında “Aman, seni verene kurban olayım evladım! Ne olur insanların kalbini kırma, kul hakkına girme! Kul hakkı ödenmez. Karşındaki rakibin de olsa bir ananın evladıdır.” demez mi? 

Diğer bir konu ise siyasilerin anneleri ülkeyi ilgilendiren, milletin geleceğini etki edecek herkesin gözü önünde olan konularda anneler çocuklarıyla konuşmaz mı? Örneğin Amerikan’ın 2003’teki Irak’ı işgal kapsamında meclise getirilen tezkerenin Meclis’te görüşülmesi sırasında milletvekili, bakan anneleri “Böyle bir zulme ortak olursan sana sütüm helal değil!” demiş midir? “Bir makama geldin. Bunu insanların faydasına kullan, senin aldığın kararlarla, senin imza attıklarınla bir tek Allah’ın kulu mazlum ve mağdur olmasın?” demiş midir? Yoksa “Bizim çocuk bakan oldu, milletvekili oldu, önemli yerlere geldi.” demekle mi yetinmiştir? İçinizden bazıları bir anne bu kadar şeyi nasıl takip etsin diyebilir. Bir medeniyet kurucusu anne gündemi bu kadar detaylı takip etmese de, edemese de dünya kurulalı beri geçerli olan doğruları, faydalıları, iyilikleri, güzellikleri çocuklarına, evlatlarına vaaz edebilir. 

Kısaca “bir anne ettiği tek duayla, tek nasihatle” tarihin akışını değiştirebilir. En başta salih/saliha evlatlar yetiştirerek, zalime karşı hakkı söyleyen, pısmayan gençler yetiştirerek, kul hakkına el uzatmak aklına bile gelemeyecek evlatlar yetiştirerek bunu yapabilir. Erbakan Hocamız ve diğer öncülerimiz de olduğu gibi. Esas yurtlarına göç ettikten sonra bile ümmete öncülük eden böyle mücahid iyi kulları yetiştiren annelerin yaşayan duaları olmuştur bu evlatlar.

Sahi, sizin bir anne olarak duanız nedir?


28 Ocak 2021/ Milli Gazete


https://www.milligazete.com.tr/makale/6322919/elif-ors/anne-olarak-duaniz-nedir

Dünyada Değişmeyen, Sömürüldüğümüz Gerçeği

 Son on yıllardır her şeyin çok hızlı değiştiğine dair bir kanı var. Bu kanının oluşmasında siyasette, ekonomide ve diğer alanlarda meydana gelen değişimlerin payı büyük. Ve bu değişimlerin medya tarafından “bir yenilik” şeklinde veriliyor olması şüphesiz ki halkın hafızasında “bir şeyler değişiyor dünyada” algısını oluşturuyor. Milletin hafızasında “yeni” şeyler oluyor ve eskinin zorlukları bitiyor, gelecek olanlar hayatlarında olumlu, doğru, güzel şeylerin olacağı algısı insanları tatmin etmeye yetiyor. Sonuçta ne olduğu söylenmediği için de bu algıda yaşayıp gidiyor halklar. Nasılsa susuzluk hiçbir şey algı her şeydir.

Peki, gerçekte dünya değişiyor mu? İnsanlara, toplumun değerlerine zarar veren kanunlar değişiyor mu? Alınan tedbirler toplumda istenilen rahatlatmayı getiriyor mu? Üretilen projeler insanların haklarını olduğu gibi alcağı aldığı, adil bir gelir dağılımını içeriyor mu? Ortaya konulan çalışmalar yeryüzünde açlığı, savaşı, şiddeti, kan ve gözyaşını bitirecek mi? Yıllardır verilen haberler bakarsak her yapılan değişime şu an dünya bu bedbaht halde olmamalıydı. 

Bu hızlı gündem değişimleri yaşanırken insanın aklına Erbakan Hocamız’ın aracılığıyla dilimize kazandırılan, Milli Gazete vasıtasıyla insamıza ulaştırılan “Dünyayı Kimler Yönetiyor? Gizli Dünya Devleti” kitabındaki şu başlık geliyor: "Görünürde değişikliğin fazla olması, aslında az olduğunu gösterir” Yani değişim var diye sevinmeden önce meseleye bir eğilmek gerekiyor.

Kısa yakın tarihimize bakalım neler dünyada değişmiş. Hızlı değişim yaşandığı söylenen zaman aşağı yukarı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin yıkılmasıyla Doğu Bloğunun tedavülden kalkmasıyla başladı. Bu değişim öyle bir yıkım getirdi ki insanlar hiçbir şey anlamadan bir çok sıcak savaşa, iç çatışmalara, sömürülere şahit oldu. Bunun çetelesini bile tutamadı. Bosna-Hersek’ten Çeçenistan’a, Ruanda’dan Keşmir’e… Dünyanın birçok alanında yeni yeni ortaya çıkan kargaşalar, ekonomik krizler “değişim”in bir fotoğrafını ortaya koyuyordu. 

2000’li yıllara gelindiğinde “değişim” önceki onyıldan daha hızlı bir giriş yaptı. Değişimler ekonomiden siyasete hayatın her alanına tesir ediyordu. 11 Eylül 2001’de meydana getirilen Dünya Ticaret Merkezi’ndeki saldırı müslüman coğrafyasını dünyada tek kutup olarak kalan Batı Bloğunun işgaline açtı. Değişimler o kadar hızlı oluyor ve ülkelerin yönetimleri öyle hızlı değişiyordu ve demokrasi (!) üçüncü dünya ülkelerine ihraç ediliyordu ki, insanlar başlarına gelenlerin ne olduğunu yine muhakeme edemediler. 2001’de evlat Bush’un yönetiminde dünya jandarması (!) Amerika hemen Afganistan’a işgale başladı. O sıralarda da ülkemiz ekonomik krizle uğraşıyor, çeşitli değişimler yaşıyordu. Dünya Bankası’ndan getirtilen Kemal Derviş ülkenin geleceğine yön verecek kanunları Meclis’ten hızlı bir değişimle geçirdi. Hala o değişimin ekonomik sonuçlarını yaşıyoruz. Afganistan’ın işgalinin ardından hemen 2003’te komşumuz Irak’ın Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık önderliğinde oluşturulmuş Çok Uluslu Koalisyon Kuvvetleri’nce işgali diğer bir değişim hareketi oldu. Dünyaya ve Irak kamuoyuna bir diktatörden masum insanları kurtarıp demokrasiyi getireceklerini, dünyayı kimyasal silahlardan kurtaracaklarını vaat ederek koskoca bir ülkeyi ve tarihi talan ettiler. Irak petrollerinden öte tarihi kütüphanelerini talan etmede, kutsal olan ne varsa yok etmede Moğolları geçen Müttefik Kuvvetleri ve işbirlikçileri bu kan gölü üzerinden kendi iktidarlarını koruyup yerlerini sağlamlaştırdı. Bu “değişim”in arkası da kesilmedi. (20 Mart 2003, tarihi işgalin başlamasının tarihi, ülkemizde koskoca müslüman coğrafyasına çekilen bu operasyonun başladığı tarihte MB Başkanın görevinden alınmasıydı, İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasıydı, büyükelçilerin görevinin değiştirilmesi gibi gündemlerle bu zulmün üstü tekrardan örtülmeye, tüm insanlığın gözünden kaçırılmaya çalışıldı.)

Sovyetlerin dağılmasıyla başlayan çok değişiklikler Kuzey Afrika’da başlatılan Arap Baharı ve sonuçlarıyla devam etti. Libya’nın NATO güçlerince işgali Libya’nın kaynaklarının, petrollerinin küresel sermaye güçlerince ele geçirilmesi sonucunu kaçınılmaz olarak doğurdu. Büyük İsrail’in sınırları içerisinde olan topraklarda çıkarılabilecek kadar kargaşa, iç çatışma, ekonomik buhran, siyasi buhran, kimi yerlerin silahla kimin yerlerin de işbirlikçi yönetimlerle çıkarılan kanunlarla talan edildi. 

Bu kadar çok olayın altında ortada tek şey kalıyor: Tüm insanlık daha beter şekilde sömürülmesi. Yani “Görünürde değişikliğin fazla olması, aslında az olduğunu gösterir”nin ispatı. kişiler değişiyor, kurallar değişiyor, bloklar değişiyor ama insanlığın sömürülmesi gerçeği değişmiyor. 

Sözümüzü uzatmayalım ve Erbakan Hocamızın şu sözleriyle tamamlayalım: “Dolarla sömürüyorlar! Dünyada 75 trilyon dolarlık alışveriş yapılıyor, yarısı siyonizme gidiyor. Bu alışverişler vasıtası ile bütün insanları sömürüyorlar.

Hacca gidiyorsun, uçağın IATA üyesi olmazsa uçamaz, Rockefeller'e bilet parasının %9'unu vereceksin. Suudi Arabistan' a para göndereceğim dersen %1'ini vereceksin. Pakistanlı kardeşimden mal alacağım dersen %5'ini vereceksin. Bu nasıl dünya yahu? Ben bu örtüyü kaldırdığım zaman altına birde bakıyorsun ki nerede para varsa siyonizm oraya havuzunu kurmuş, pompasını yerleştirmiş, hortumunu koymuş, emip duruyor. Sen uyuyup dururken siyonizm bu parayla dünyayı avucunun içine alıyor.”* 

Dünyada değişmeyen gerçek: Hepimizin sömürüldüğü gerçeği!!!


*Milli Görüş İktidarı:Niçin ve Nasıl, Necmettin Erbakan


25 Mart 2021/ Milli Gazete



https://www.milligazete.com.tr/makale/6811548/elif-ors/dunyada-degismeyen-somuruldugumuz-gercegi


Haziran 18, 2021

Batı’ya yüzyıllık ayar: D-8 (Yeni Bir Dünya)

 Bizim çocukluk zamanlarımızda okullar tatile girince diğer bir heyecan, yaz Kur’an kurslarına gitme heyecanı başlardı. Her ne kadar din gibi tüm hayatımızı kapsayan bir konuyu sadece tatillere sıkıştırıyor olmamız, %99 Müslüman bir ülkede mantıklı bir davranış olmasa da çocuklar olarak en azından bu kısa sürede temel kitabımızla muhatap oluyorduk. Elifba cüzünden başlayan kurslarımızda o kısa tatil sürecinde en azından namaz kılabileceğimiz kadar duaları, sureleri ezberlerdik. Yaptığımız ezberlerden biri de “ef’al-i mükellefin” (mükelleflerin fiilleri) idi. Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okumanın yanında içindeki hükümleri de öğrenmeye yol açan bir dersimizdi. Hayatını helal-haram arasında farkı bilmeden yaşayan insan nasıl Müslüman olsun? Helal-haram kavramı olmayan insan dünyaya nasıl Müslüman’ca baksın? Ef’al-i mükellefini bilmeyen fert dostunu, düşmanını nasıl tanısın?

Fakat bu güzelliklerin yanında yaz Kur’an kurslarında şu ders de işlenmeli, tüm Müslüman çocuklara belletilmeliydi kanımca: İslam’ın korunmasını emrettiği beş temel esas; nefsin (canın), aklın, dinin, neslin ve malın korumasıdır. Bu beş temel esas İslam’ın beş şartı gibi gelecekte İslam medeniyetini kuracak olan çocuklarımıza öğretilmeliydi/öğretilmelidir. Bu ilkeler, İslam kelime kökünde olduğu gibi barışı dünyada hâkim kılmak için ortaya koyduğu değişmez ilkelerdir. İslam’ın bu beş şeyi korumayı emrettiğini bilmeyen gençlerimiz şimdi Batı’dan ithal edilen sığ olan “insan hakları” kavramına bir kurtuluş reçetesi gibi yapışıyor. Varılması gereken nokta Batı’nın tanımladığı insan hakları kavramı olduğunu sanıyor. Sadece gençlerimiz mi? Hayır, akademisyenlerimiz, toplum önderlerimiz hata ve hatta din alanında uzmanlık çalışmış insanlarımız bile. Yaz Kur’an kurslarında öğretilmediği gibi bu hakikat imam hatiplerde de öğretilmedi. Ne babamın döneminde ne de benim dönemindeki imam hatiplerde.

Ülkemizde İslam’ın beş temel şeyi korumayı emrettiğini millet olarak yine Erbakan ve Milli Görüş sayesinde öğrendik. Çağımızda bir Müslüman’ın nasıl yaşaması gerektiğini ve neleri öğrenmesi gerektiğini de öğretti. Bir yandan şefkatli bir hoca olarak bu dersleri öğretirken diğer yandan da inandığı ilkeleri, İslam’ın güzelliklerinin yaşanır kılmak için plan, program ve nihayetinde de faaliyetler yaptı. İnancı çerçevesinde Erbakan Hoca’mızın ömrünü adadığı şu beş madde ile özetleyebileceğimiz İslam Birliği’nin temeli olan hedeflerimizi bir daha hatırlayalım: 1-İslam Ülkeleri Birleşmiş Milletler Teşkilatı, 2-İslam Ülkeleri Askeri İşbirliği ( NATO), 3-İslam Ortak Pazarı, 4-İslam Ortak Para Birimi, 5-İslam Ülkeleri Eğitim ve Kültürel İşbirliği.

Ömrünü bu hedefleri tüm ümmetin hedefi haline getirmek için harcadı. İktidar ortağı olduğu on bir aylık hükümet ortaklığında da D-8’leri kurarak hayallerin gerçekleşebileceğini dosta düşmana ilan etti. Zira dost, düşman birçok kişi bu yolda ilerlerken Erbakan’ı hayalci olmakla suçlamıştı. Fakat Erbakan ve Milli Görüş küresel bir güç olabilecek bu oluşumu inanılmayacak şekilde kısa bir zamanda kurdu ve harekete geçirdi. D-8, son yüzyılda bir avuç ırkçı emperyaliste köle edilen tüm insanlığın umudu olmuştur. Ezilen, ülkelerinden haksız şekilde çıkarılan, çalıştığının hakkını alamayan, inandığı gibi inandığı şekilde yaşayamayan insanlar için bir hediye olmuştur. D-8’lerin kurucusu olarak Erbakan Hoca’mız; “20. asrın tecrübelerine dayanılarak 21. asra girerken bütün insanlığa huzur, barış ve saadet getirecek, Yeni Bir Dünya’nın kurulması ve 5 milyar kalkınmakta olan ülkeler insanlarının ve 820 milyonluk kurucu üye ülkenin bütün insanlarına barış, huzur ve saadet getirmek için D-8’ler üye ülkelerinin özverili çalışmalarıyla kurulmuştur.”*

D-8’lerin ne olduğunu özetlersek günümüzdeki gazeteci ve köşe yazarlarının kullandığı jargonla “Batı’ya ayar” verilmiştir. Öyle de sadece sözle ve sözde değil; planlaması, programlanması ve hedef tarihleri bile ortaya konularak. Gelin görün ki; 24 yıldır küresel tüm dengeleri değiştirecek bu oluşum yarı yolda bırakılmıştır. Özellikle son 19 senede Avrupa Birliği’ne verilen emeğin binde biri bile D-8’lere verilmemiştir. Bizi kabul etmeyeceğini alenen söyleyen Hıristiyan birliğine girebilmek için abdestli kadrolar Avrupa Birliği Bakanlığı kurmuş fakat İslam Birliği’nin çekirdeği olan D-8’i işlevsizleştirmiştir. “Erbakan’ın hayalini gerçekleştiriyoruz” diyerek kendilerine meşruiyet alanı açamaya çalışan, “kuşun canlısı”nı değil de kuşun maketini yapan iktidar kadrosu, Erbakan’ın nihai hayali olan İslam Birliği’ni kurmak için kılını kıpırdatmamıştır.

D-8’lerin işlevsizleştirilmesi başta 2003’teki Amerika’nın işgali olmak üzere tüm İslam ve Müslüman coğrafyasında zulümlerin katbekat artmasına, tüm insanlığın yaşam alanlarının kısıtlanmasına, ailenin ve neslin zarar görmesine sebep olacak kanunların çıkarılmasına, ailenin temelinin dinamitlenmesine, faizli/kapitalist ekonomik düzenin dünyanın her noktasında mukimleşmesine, Müslümanların inancının ifade edilmesinin engellemesine, ülkemizde bile Allah’ın lanetlediği cürümlerin kanunlaşmasına, insanı diğer yaratılmışlardan ayıran ve şerefli kılan akıl melekesinin medya ve eğitim yoluyla işgal edilmesine yol açmıştır. Yukarıda saydıklarım başlıca sonuçlarıdır. Yirmi dört senedir işlevinden uzaklaştırılmış D-8’lerin ümmete ve insanlığa zararları için doktora düzeyinde çalışmalar yapılmalıdır. Ekonomik açıdan, sosyal açıdan, eğitim açısından, askeri açıdan Müslümanlar neler kaybetti, ne kadar zarara uğratıldı bir bir ortaya dökülmelidir.

D-8’leri anmadan yapılan her Batı’ya ayar verme hareketi sadece ve sadece hamasettir. Müslümanların ve insanlığın hamasete ihtiyacı yoktur. Tüm insanlığın yaşamını koruma, inancını koruma, neslini koruma, aklını koruma ve malını korumaya ihtiyacı vardır. Küresel güçlere yem olmaktan kurtarılmayı bekleyen sekiz milyar insanlık âlemi İslam Birliği’nin kurulmasını beklemektedir. Bu görev sanıldığı gibi sadece Saadet Partisi/Milli Görüş’ün sorumluluğunda değildir. “İnandım” diyen her Müslüman bu görevi yerine getirmekle bizzat sorumludur. Saadet Partisi 19 yıldır tüm engellemelere rağmen D-8’lerin harekete geçirilmesi için çalışmaktadır. Bu çalışmaya destek vermek hem insani hem de Müslüman olarak görevimizdir.

D-8’leri kurarak hayallerin gerçekleşeceğini bize gösteren Erbakan Hoca’mız başta olmak üzere bu davada canla, başla, samimiyetle, ihlâsla çalışan her kişiden Rabbimiz razı olsun.

D-8’lerin işlevsizleştirilmesi başta 2003’teki Amerika’nın işgali olmak üzere tüm İslam ve Müslüman coğrafyasında zulümlerin katbekat artmasına, tüm insanlığın yaşam alanlarının kısıtlanmasına, ailenin ve neslin zarar görmesine sebep olacak kanunların çıkarılmasına, ailenin temelinin dinamitlenmesine, faizli/kapitalist ekonomik düzenin dünyanın her noktasında mukimleşmesine, Müslümanların inancının ifade edilmesinin engellemesine, ülkemizde bile Allah’ın lanetlediği cürümlerin kanunlaşmasına, insanı diğer yaratılmışlardan ayıran ve şerefli kılan akıl melekesinin medya ve eğitim yoluyla işgal edilmesine yol açmıştır. Yukarıda saydıklarım başlıca sonuçlarıdır. Yirmi dört senedir işlevinden uzaklaştırılmış D-8’lerin ümmete ve insanlığa zararları için doktora düzeyinde çalışmalar yapılmalıdır. Ekonomik açıdan, sosyal açıdan, eğitim açısından, askeri açıdan Müslümanlar neler kaybetti, ne kadar zarara uğratıldı bir bir ortaya dökülmelidir.

D-8’leri anmadan yapılan her Batı’ya ayar verme hareketi sadece ve sadece hamasettir. Müslümanların ve insanlığın hamasete ihtiyacı yoktur. Tüm insanlığın yaşamını koruma, inancını koruma, neslini koruma, aklını koruma ve malını korumaya ihtiyacı vardır. Küresel güçlere yem olmaktan kurtarılmayı bekleyen sekiz milyar insanlık âlemi İslam Birliği’nin kurulmasını beklemektedir. Bu görev sanıldığı gibi sadece Saadet Partisi/Milli Görüş’ün sorumluluğunda değildir. “İnandım” diyen her Müslüman bu görevi yerine getirmekle bizzat sorumludur. Saadet Partisi 19 yıldır tüm engellemelere rağmen D-8’lerin harekete geçirilmesi için çalışmaktadır. Bu çalışmaya destek vermek hem insani hem de Müslüman olarak görevimizdir.

D-8’leri kurarak hayallerin gerçekleşeceğini bize gösteren Erbakan Hoca’mız başta olmak üzere bu davada canla, başla, samimiyetle, ihlâsla çalışan her kişiden Rabbimiz razı olsun.

17 Haziran 2021/ Milli Gazete

https://www.milligazete.com.tr/makale/7303904/elif-ors/batiya-yuzyillik-ayar-d-8-yeni-bir-dunya




Ey Sakallı Hüsnü Amcam! Senin Verdiğin Oyun Bedelini Gazzeli Bebekler mi Ödeyecekti?

Her şeye her duruma rağmen bir bayramı geçirdik. Dilerdik ki, yeni bir tazeleniş olsun, bir muhasebe olsun hac günleri. Müslümanlar Allah’...